5 Eylül 2013 Perşembe

SOSYALİST ÜLKELERDE BURJUVAZİ NASIL ORTAYA ÇIKTI?


Engin Erkiner

Küba’nın ekonomik durumu 15-20 yıl öncesiyle karşılaştırılamayacak kadar iyi. ABD ambargosu sürüyor, ama başta Venezüella olmak üzere Latin Amerika ülkelerindeki sol yönetimler sayesinde Küba içinde bulunduğu tecrit çemberini kırmış durumda. Venezüella’dan ucuz petrol alıyor ve doktorlarıyla öğretmenlerini Latin Amerika ülkelerine gönderiyor. Ekonomik zorluklar var ama bu zorlukların ambargodan başka nedenleri de var.


Küba, bu nedenleri ortadan kaldırmak için “Pazar sosyalizmi” olarak da tanımlanabilecek bir uygulamaya yöneldi. Üretim araçlarında kamu mülkiyeti esas olmakla birlikte, yaygın bir küçük üretim de bulunacaktır.
Burada da üretim aracının –diyelim toprağın- özel mülkiyeti söz konusu olmamakla birlikte, kullanma hakkı özeldir. Küçük tarım işletmeleri ve küçük hizmet sektöründe (lokanta vb.) kişi, ailesiyle birlikte kendi hesabına çalışır. Saptanmış olan vergisini öder ve ürününü pazara kendisi sunar. Ürünün fiyatı pazarda belirlenir, ya da fiyat mekanizmasıyla belirlenir. (Son gelişmeye göre Küba’daki küçük işletmelerde ücretli işçi de çalıştırılabilecekmiş.)
Buradan hemen şu soru ortaya çıkıyor: küçük işletmelerden burjuvazi doğar mı ve ileride iktidarı ele geçirebilir mi?
Bu sorudan, sosyalist ülkelerin 1989-1991’de yıkılmasına atlanabilir ve onların nasıl yıkıldıkları sorulabilir. Küba ile benzerlikleri var mıydı?
Önümüzdeki yıl, 2011 SSCB’nin tarihe karışmasının 20. yılı… Bir önceki yılda, 2009’da ise, Berlin Duvarı yıkılalı yirmi yıl olmuştu.
Az zaman değil ve hala sosyalist ülkelerin neden yıkıldıkları konusunda çok kişi açık denilebilecek bir fikre sahip bulunmuyor.
Küba ile ilgili sorudan hareket edelim…


Sosyalist ülkelerde küçük üretimden doğan burjuvazinin gelişerek iktidarı ele geçirmesi mi söz konusuydu?
Bu konuda yapılmış çok sayıda araştırmayı incelemeden ve sadece gazete haberlerine dayanılarak bile bu soruya olumsuz yanıt verilebilir.
Eski sosyalist ülkelerde burjuvazinin iktidara geldiği, sosyalizmden kapitalizme geçildiği –hele şükür- artık kabul ediliyor. Böyle söylüyorum çünkü sosyalizmden kapitalizme geçildiğini kabul etmek epeyce zaman aldı.
Eski sosyalist ülkelerde burjuvazinin iktidarda olduğu artık açık ve bu burjuvazinin nasıl ortaya çıktığı ve iktidara yöneldiği sorusunu cevaplandırmamız gerekiyor.


Konuya sadece gazete bilgileriyle bile yaklaşsak, eski sosyalist ülkelerde burjuvazinin küçük üretimden doğmadığını anlayabiliriz. Bu burjuvazi süper zengin… Rusya Federasyonu’nda bunlara oligark deniliyor. Küçük üretimden doğan burjuvazinin bu kadar hızlı zenginleşmesi mümkün değildir.


Üretim araçlarında özel mülkiyetin bulunmadığı ülkelerde hızlı zengin olabilmenin tek yolu, devleti soymaktır. Zenginlikler büyük oranda devletin denetimi altındadır ve ancak devleti soyarak hızla zenginleşebilirsiniz.
Devleti ise herkes soyamaz, soyabilme imkanı olanlar soyar.
Bunlar ancak yetkili insanlar olabilirler. Ya da komünist partisinin üst ve bir oranda orta kademelerindeki insanlar…
Büyük bir devlet kombinasında çalışan bir kişi devleti ne kadar soyabilir?



Yapabileceği en fazla işyerinden biraz mal yürütmek ve bunu karaborsada satmaktır. Bununla da kısa sürede zengin olunmaz.
Ne ki, bu kombinanın yöneticilerinden birisi iseniz, soygun olanağınız hayli fazladır. Örneğin kombinaya bir dış ülkeden alınan çok sayıda bilgisayarı yüksek fiyatla alınmış gösterebilirsiniz. Bu işi tabii ki kendi konumunuzdaki insanlarla birlikte yapar, hep birlikte “kazanırsınız”.
Gazete haberlerinden hareketle bile böyle bir gelişmeyi düşünebilmek mümkündür.
Aslında buna gerek yok, zira bu konuda yapılmış çok sayıda araştırma bulunuyor.
Bu burjuvazi kimlerden oluşuyor? Ya da nereden çıktı bu insanlar?
Konuyla ilgili değişik araştırmalar bulunuyor.
Sosyalist ülkelerde kapitalizmin kuruluşu kabaca ikiye ayrılır: Orta Avrupa ülkelerinde ve SSCB’de…


Doğu Avrupa ülkeleri (Bulgaristan, Romanya) bu iki modelin bir çeşit karışımının özelliklerini gösterirler.
İlk araştırmalar, Macaristan, Polonya ve Çekoslovakya’da yapıldı.
Hem araştırma olanakları daha fazlaydı hem de bu ülkeler küçük oldukları için bir sistemden ötekine geçişi görebilmek daha kolaydı.
Bu ülkelerin SSCB’ye göre farklı özellikleri bulunduğunu da unutmamak gerekir.
Bu ülkelerde güçlü bir aydın muhalefetinin yanı sıra, devrimden sonra ülke dışına gitmiş burjuvaların bir bölümünün de her yolu kullanarak sürdürdüğü muhalefet vardı.
SSCB örneğinde bunlar yoktur.
Araştırma şu soruyla başlar: Bu ülkelerdeki sosyalist sistemin yıkılmasının hemen öncesinde komünist partisinin (ya da farklı ad taşıyan ama aynı işleve sahip olan partinin) yöneticileri, yıkılmadan beş yıl geçtikten sonra ne yapıyorlar?
Araştırılan kişilerin sayısı ülkeye göre değişmekle birlikte 460 ile 800 arasında değişiyor.
Kişilerin konumlarının evrimini daha iyi saptayabilmek için, bunlar üçe ayrılıyorlar: politik, ekonomik ve kültürel. Ya da asıl olarak politik alanda etkin olanlar (esas belirleyici olanlar, karar verenler), ekonomik (fabrika yöneticileri) ve kültürel…
Kişilerin 1988 yılındaki ve 1993 yılındaki konumları dikkate alınıyor.
Bulunan rakamlara göre bu üç ülkede:
Ekonomik alanda etkin olanların yüzde 70.7’si
Politik alanda etkin olanların yüzde 39.3’ü
Kültürel alanda etkin olanların ise yüzde 44.2’si
Toplumda etkin konumdalar.
Bu etkinlik değişik kapitalist kuruluşlarda yöneticilikten farklı kurumlardaki üst düzey sorumluğa kadar değişiyor.


Yukardaki rakamlar iki olguyu hemen gösteriyor: politik sorumlularda ciddi bir tasfiye yaşanmıştır. Çoğu erken emekli edilmiştir.
Burada utmamak gerek, hiçbir eski sosyalist ülkede geniş bir devri sabık yaşanmamıştır. Geçmişin “suçları” birkaç kişinin üzerine yüklenmiş, bu kişiler yargılanmış ve ceza almışlardır. Hepsi bu kadar!
Normal, insanlar kendi kendilerini yargılayacak değillerdi her halde…
Yine yukardaki rakamlar bu ülkelerde kültürel alanda önemli bir muhalefet olduğunu da gösteriyor. Resmi aydınların yerine eskiden muhalif olanlar geçmişlerdir.
İlginç olan, ekonomik alanda yetkili olanların sosyalizm döneminde de sonrasında da yerlerini önemli oranda korumalarıdır.
Ülkedeki ekonomik düzenin nasıl işlediğini asıl bilenler yerlerinde kaldılar. Ülkeye doluşan yabancı firmalar bile bu kişilerle işbirliği yapmayı tercih ettiler. İşleyişi en iyi onlar biliyorlardı. Kaynaklar ellerinin altında olduğu için en hızlı zenginleşenler de onlardı.
SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerinde ise rakamlar biraz değişir. Bütün kesimlerin eski konumlarını sürdürme oranı artar.
Making Capitalism without Capitalists, Capitalism with a Comrade’se Face, Alte und neue Machteliten in ostmittel Europa gibi kitaplardan alınan bu rakamlar, başka yapıtlarda da bulunabilir.
Janos Kornai’nin Macaristan için öne sürdüğü, küçük üretimden doğan burjuvazi tezi, araştırmalar tarafından doğrulanmamıştır.
Burada yeniden iki soru ortaya çıkıyor:

Birincisi: Romanya dışında sosyalizmden kapitalizme geçiş neredeyse olaysız denilebilecek kadar sakin gerçekleşti. SSCB’de komik bir darbe girişimi oldu ama tutunamadı.


Bu nasıl oldu?


İkincisi: komünist partilerinin ya da farklı ad taşımakla birlikte aynı işlevi gören partilerin değişik kademelerindeki yöneticiler, neden daha önce –diyelim ki 1960’lı yıllarda değil de- 1980’li yıllarda kapitalizme yöneldiler?
Bu soruları sonraki yazılarda cevaplandırmaya çalışacağım.


SOSYALİST ÜLKELERDE BURJUVAZİ NASIL ORTAYA ÇIKTI? –2-

Önceki yazıdan devam edelim…
Eski sosyalist ülkelerde iktidarlar değişirken büyük oranda sakin bir süreç yaşandı. Çok sayıda kişi iktidara karşı bazen günlerce süren gösteriler yaptı. Polis ve ordu müdahale etmedi ve sonunda ilgili parti iktidardan çekildi.
Yerine gelen koalisyon hükümeti ya da buna benzer bir yönetim organının ilk yaptığı iş, anayasadaki komünist partisi iktidarını garantiye alan maddeyi kaldırmak ve yeni seçimlere gitmek oldu.
Eski komünist partileri isim değiştirerek seçime katıldılar, bazılarında en yüksek oyu alsalar bile, parti artık önceki parti değildi. Bazı seçimlerde ise azınlıkta kaldılar.
Bu durum, komünist partilerinin –ya da farklı isim taşıyan iktidar partilerinin- kredisinin halkın gözünde bitmiş olduğunu gösterir.
On binlerce insan iktidara karşı gösteri yapıyor, karşı gösteri ise bulunmuyor.
Ordu ve polisi göstericilere karşı kullanmak isteyenler oluyor, ama parti politik bürosunun öteki üyeleri engel oluyorlar.
Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde binlerce insanın katıldığı Leipzig gösterilerine karşı, o sırada parti Genel Sekreteri olan Erich Honecker, orduyu kullanmak ister.
Bazı politik büro üyeleri ise, “Sen çıldırdın mı, binlerce kişiyi öldüremeyiz” diyerek karşı çıkarlar.
SBKP Genel Sekreteri Gorbaçov’un silahsızlanma ve barış inisiyatifi yıllarında, barışçı gösteri yapan insanlara karşı şiddet kullanılması hayli zordu.
O kadar ki, Leipzig’de ne yapılacağının belirsiz olduğu günlerde, kentte bulunan ordu birliklerinin komutanı, “Kan gölünün sorumluluğunu üstlenemem” diyerek izne ayrılır.
Halk ordusu ve polis, iktidarın değiştirilmesini isteyen halka karşı şiddet kullanmadı.
Hiç şiddet olayı olmadı değil, ama yapılan gösterilerin büyüklüğüne göre uygulanan şiddet münferit olarak kaldı.
SSCB’deki Baltık Cumhuriyetleri’nde ve Azerbaycan’da ise göstericilere karşı daha fazla şiddet kullanılacak ama sonuç değişmeyecekti.
Buradan hareketle, sosyalist ülkelerdeki değişimi “yabancı güçlerin faaliyetine, ajanlara” bağlamanın mümkün olmadığı açıkça ortaya çıkar.
Ajanlar vb. tabii ki vardır, ama bu kadar büyük bir değişim onların faaliyetiyle açıklanamaz.
Yıllardır iktidarda bulunan, toplumsal yaşamı büyük oranda denetleyen komünist partilerinin kitle içindeki desteği hayli azalmıştı.
Bu durumu sonraki yıllarda yapılan seçimlerde de görebiliriz.
İlk seçimleri dikkate almıyorum. Şaşkınlık, kapitalizmden yüksek beklenti vb. gibi faktörler oy verilen partinin belirlenmesinde rol oynadı diyelim. Sonraki yıllarda ise ekonomide “şok terapi” uygulandı, fiyatlar arttı, işsizlikle tanışıldı, gelecek güvencesi kalmadı…
Sosyalist iktidarların yıkılmasından diyelim 15 kadar sonra kapitalizmle ilgili abartılı beklentilerin etkisinin ortadan kalkmış olması gerekir.
Sosyalizmi geri isteyenler, ilgili partilere oy verirler, ama böyle bir durum ortaya çıkmamıştır.
Polonya’da sol bir parti neredeyse yoktur. Macaristan’da çok zayıftır. Bulgaristan’da yeni kurulan Komünist Partisi’nin oyu yüzde bir’den ibarettir. Romanya’da bu kadarı bile yoktur.
Sosyalist iktidarların 44 yıl yaşadığı Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde durum budur.
Sadece iki ülkede Komünist Partisi ve Sol Parti’nin gücü bulunuyor:
Slovakya ile ayrılıktan sonra oluşan Çek Cumhuriyeti’nde Bohemya ve Silezya Komünist Partisi’nin ve eski Demokratik Almanya Cumhuriyeti topraklarını içeren şimdiki Doğu Almanya’da Sol Parti’nin…
İlk parti seçimlerde yaklaşık yüzde 20 oy alıyor. İkinci partinin bütün Almanya’da oy oranı yüzde on, sadece Doğu Almanya’da ise yüzde 30’a yakın ve en büyük parti durumunda…
Bu durum sadece bir saptamadır ve “neden” sorusuna cevap vermez.
Bu iki ülkenin eski sosyalist ülkelerden ayrı olan yanı nedir?
Değişik farklılıklar var olmakla birlikte, sol açısından önemli olan, bu iki ülkede de partiye karşı güçlü bir sol muhalefetin bulunmasıdır.

Sol muhalefetten kastedilen daha soldan bir muhalefet değildir. Solun çerçevesi içinde bir muhalefettir. Kapitalizmi istemeyen, sosyalizmi savunan ama uygulanan sosyalizme karşı olan muhalefettir.
O zaman birleşik bir ülke olan Çekoslovakya’da 1968’de Dubçek muhalefeti parti içinde çoğunluğu kazanmıştı ve Varşova Paktı ülkelerinin askeri müdahalesi de bunun üzerine gerçekleşmişti.
Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde ise, Sosyalist Birlik Partisi (SED)’ye karşı düzenlenen gösterilere çok sayıda parti üyesi de katılmıştı.
Bu insanlar kapitalizm koşullarında soldan ayrılmadılar.
Konuyla ilgili olarak iki kolaycı açıklamanın ele alınması da gerekir.

Birincisi: O ülkelerde yaşanılan sosyalizm değildi, bu nedenle böyle oldu, açıklamasıdır.
Soruyu değiştirmekle ya da alanı kaydırmakla soruya cevap verilmiş olunmaz.

Diyelim ki, bu ülkelerdeki sosyalizm değildi. En azından kapitalizmi aşmayı hedeflemiş bir düzendi ve 44 yıllık (SSCB’de 74 yıl) iktidardan sonra başarılı olamadığı ortaya çıktı.


“Sosyalizm değildi” demekle herhangi bir açıklama yapılmış olunmuyor.


Sosyalist iktidarların yıkılması, gariptir, bunları öteden beri eleştiren Troçkizmin değişik fraksiyonları için de büyük darbe oldu.
Eleştirileri şöyleydi: “Bu ülkelerde politik devrim gereklidir. Parti bürokratlaşmış ve halktan kopmuştur. Politik devrimle değiştirilmesi gerekir.”
Kim yapacak bunu?
Halk…
Bu ülkelerde olup bitenler halkın büyük bölümünün sosyalizmi istemediğini gösterdi.
Bu durum, Troçkizmin bu toplumları analizinin yanlış olduğunu da gösteriyor.
Benzer bir durumu Mandel, 1988’de, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından kısa süre önce Doğu Berlin’de de yaşamıştı.
O da o yıllarda aynı şeyi savunurdu: “DAC halkı politik devrim yapıyor.”
Duvar yıkıldı, iki Almanya birleşti ve ilk seçimde de Hıristiyan Demokrat Parti (CDU), eski DAC bölgesinde oyların çoğunluğunu aldı.
Bu halkla mı politik devrim yapılacaktı…
O yıllarda yaşanılan büyük bir yanılgıdır ve insanın kendi görüşlerinin esiri olması da oldukça kötüdür.
Ne ki, teorik düzeyi yüksek insanlar bile bundan kurtulamayabiliyor.
Hayatın boyunca savunduğun görüşün yanlış olduğunu görmek, sosyalist ülkelerde politik devrimin bir hayal olduğu olgusuyla yüzleşmek ve bunu kabul etmek kolay değildir.
Sosyalist ülkelerde 1960’lı yıllarda görülen iç mücadeleyi bundan sonraki yazıda ele alacağım.

SOSYALİST ÜLKELERDE BURJUVAZİ NASIL ORTAYA ÇIKTI? (3)


Yazının bu son bölümünde 1980’li yılları değil, 1960’lı yılları öne çıkaracağım. 1980’li yılların sonlarında önce Orta ve Doğu Avrupa’da, iki yıl sonra da SSCB’de tarihe karışan sosyalist ülkeler, 1960’lı yıllarda önemli bir iç mücadele yaşamışlardı.
Sosyalist iktidarlar yıkıldıktan sonra geçmişe dönüp bakıldığında, 1960’lı yıllardaki bu mücadelenin reel sosyalizmin kendisini düzeltmek ve yeni bir gelişme yoluna girmek için sahip olduğu son şans olduğu, bunu başaramayınca da yirmi yıl sonraki sonucun kaçınılmaz olarak ortaya çıktığı görülebiliyor.



SORUN NEYDİ?


Sorunun arka planını birkaç maddede açıklamaya çalışayım:
Birincisi: SSCB sosyalist yoldan modernleşmeyi başarmıştı. Tarımda feodalizmin tasfiyesi, kentlerdeki nüfusun ağır basması, sanayileşme, kadının çalışma hayatına girmesi, okuma yazma oranının yükselmesi gibi göstergelerle de karakterize edilen ve kısaca modernleşme olarak da adlandırılan gelişme, SSCB’de sosyalist yoldan başarılmıştı.
Lenin’in sözleriyle, “sosyalizm sanayi toplumunu gerekli kılar, ancak sanayi toplumunun kapitalist yoldan kurulması gibi bir zorunluluk yoktur” ifadesini bulan anlayış hayata geçirilebilmişti. SSCB, yarı feodal bir ülkeden modern bir sanayi ülkesi durumuna gelmiş ve bunu da üretim araçlarında özel mülkiyetin bulunmadığı bir gelişme yolunu izleyerek başarmıştı.
İkincisi: SSCB, başarısını, üretici güçlerin geliştirilmesinde kapitalizme yetişmek ve geçmek üzerinde ölçer. Üretici güçlerin gelişmesi denildiğinde buna sadece teknik değil, üretim sürecinin örgütlenmesi de dahildir. Bu süreç ancak kendisi için gerekli özelliklere sahip insanla birlikte gelişebilir.
Marksizm toplumları üretici güçlerin gelişme düzeyine göre sınıflandırır. Toplumların birbirlerine göre ilerilik ve geriliği üretici güçlerin gelişme düzeyine göre ölçülür.
Sosyalizm kapitalizme göre daha ileri bir toplumdur, çünkü üretici güçlerin gelişmesinde daha ileri bir aşamayı temsil eder.

Üretici güçlerin gelişme düzeyinin ölçülmesi emek verimliliği ile yapılır. Birim üretimin yapılabilmesi için harcanması gereken hammadde, enerji, emek gücü nedir? Daha az emek gücüyle daha fazla üretim yapılabildiğinde, emeğin verimliliği de yükselmiş demektir.
SSCB, sosyalist modernleşme sonucu ulaştığı sanayi toplumunda, dönemin en ileri ülkesi ABD’ye göre, emek verimliliği açısından gerideydi. Aradaki fark, aynı gelişme düzleminde yer alan iki ülkenin arasındaki fark kadardı.
Üçüncüsü: SSCB nazizmi yenen asıl güç olmuş, sosyalist devrimler Orta ve Doğu Avrupa’nın yanı sıra Çin gibi uzak doğu ülkelerinde de yayılmış, sosyalizm bir dünya sistemi haline gelmişti. Sosyalist iktidar SSCB’de kırk yılı geride bırakmıştı. Savaşın yarattığı büyük tahribat da onarıldıktan sonra sosyalist ülkelerde 1920’li yıllardaki soru, “Bundan sonra nasıl devam edeceğiz?” sorusu yeniden gündeme gelmişti.

Soru ifade olarak aynı olmakla birlikte, içeriği değişikti. Sosyalizmin ayakta kalma ve gelişme sorunu geride kalmıştı. Şimdiki soru, “üretici güçlerin geliştirilmesinde kapitalizme nasıl yetişebiliriz ve geçebiliriz?” temelinde şekilleniyordu. Kısacası, soru, sosyalizmin farklı bir gelişme aşamasında soruluyordu.


SORUYU ZORUNLU KILAN ORTAM


Sosyalizm, SSCB örneğinde, büyük bir gelişme göstererek gelişmiş kapitalist ülkelerle arasındaki büyük farkı önemli oranda kapatmıştı. Ne ki, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki kapitalizm, önceki dönemdeki kapitalizmden farklılıklara sahipti ve emek verimliliğinin yükselmesinde önemli gelişme gösteriyordu. Emek verimliliği konusunda SSCB ile ABD arasındaki fark eskisi gibi azalmıyor, artmaya başlıyordu.
Zamanın SSCB yönetimi, barış içinde bir arada yaşama anlayışı uyarınca, sosyalizmin barış içinde gelişerek kapitalizmi geçebileceğini savunuyordu. Geçmekten kastedilen, emek verimliliğinde öne geçmekti.
SSCB’de büyük gelişme hamlesinin başladığı 1920’li yılların sonlarından 1950’li yılların sonlarına kadar emek verimliliğindeki artışta SSCB daha ileride olmuştu, ama bu durumun değiştiğini gösteren belirtiler vardı.


FARKLI GÖRÜŞLER VE MÜCADELE


Gelişmiş sosyalizmin sorunlarına çözüm konusunda başlıca iki görüş vardı. Bu görüşlerin kendi içlerinde de farklılıklar bulunmakla birlikte, genelleme temelinde şöyle ifade edilebilirler:
Birinci görüş, sosyalist ekonomide önemli değişimlerden yanaydı. Merkeziyetçiliğin azaltılmasını, üretim birimlerinin özerklik kazanmasını, pazar mekanizmasının daha etkin kullanılmasını savunuyordu.
İkinci görüş ise, bazı düzenlemeler yapılması gerekliliğini kabul etmekle birlikte, bu ölçüde yeniden yapılanmaya karşıydı.
Yeniden yapılanmanın pratikteki anlamı, güçler dengesinde bozulma ve üretim birimlerinde yönetici olanlarla, teknokratların ön plana çıkması demektir. Giderek toplumsal yapıda da önemli değişiklikler olacaktır.
Burada önemle dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Çatışma, sosyalizm içi çatışmadır. Sosyalizmin kendisini yenileyebileceği, farklı bir gelişme yoluna girebileceği düşüncesi egemendir. Halk, 1980’li yılların sonunda görüldüğü, gibi sosyalizmden umudunu kesmemiştir. Sadece artık farklı bir gelişme yolu izlenmesi gerektiği düşünülmektedir.
Bu farklı gelişme yolu özlemi, özellikle Orta Avrupa ülkelerinde daha yoğundur. Bu ülkelerin yapı olarak SSCB’den oldukça farklı oldukları ve dolayısıyla da aynı gelişme yolunu izlememeleri gerektiği savunulmaktadır.
Bu görüşü ilk kez 1962’de Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde (DAC) İstatistik Dairesi Başkanı olan Fritz Behrens ifade eder: “Böyle devam edersek kaçınılmaz olarak çökeceğiz.”
Otuz yıl sonra ulaşılacak sonucu görmenin ve ifade etmenin büyük bir entelektüel kapasitenin yanı sıra önemli bir de cesaret gerektirdiğini belirtmek gerekir.
Beklenebileceği gibi Behrens hemen görevinden alınır.

Berlin Duvarı’nın yıkıldığı yıl olan 1989’da, “sosyalizmin vitrini” olarak da adlandırılan DAC’de üretici güçlerin gelişme düzeyi, Federal Almanya’nın yüzde 40’ı kadardı.
SSCB ile ABD arasındaki farklılık daha da fazlaydı.
Kapitalizme yetişmenin ve onu geçmenin hayal olduğunu ilk önce komünist partisi yöneticileri gördüler ve yeni düzende (kapitalizmde) kendi konumlarını garantiye almak için devleti soyarak hızla zenginleşmeye yöneldiler.
1960’lı yılların sonuna kadar reel sosyalizmde iki çizgi mücadelesi sürdü ve ilk çizgi Çekoslovakya, Yugoslavya ve Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde kaybetti. Öteki sosyalist ülkelerde –Polonya dışında- doğru dürüst ortaya bile çıkamamıştı.
Sosyalist ülkelerin de kendilerine ait bir 68’i vardır ve bu 68 sosyalizm içindeki mücadeleyle karakterize olur.
1980’li yıllarda sosyalist ülkelerde ekonomide hızlı gerileme ve toplumsal muhalefetin hızla artışı birden bire ortaya çıkmadı. Bunlar 20-25 yıl önce tartışılan ve mücadele yürütülen konulardı. O zaman sosyalizmin kendisini yenileyebileceği umut ediliyordu ve bu umut bitti.
Gorbaçbov’un SBKP Genel Sekreteri seçildiği 1985 yılında sosyalizmin yeni bir gelişme yoluna girmesi için artık çok geç kalınmıştı.
Parti yöneticileri, “bu iş bitti” düşüncesine ulaşınca devleti soyarak zenginleşmeye yöneldiler. Hemen ardından zenginliklerini yasal güvenceye almak amacıyla yasalarda değişiklik gündeme geldi ve bu konuda da sosyalizmden uzaklaşmış halktan destek gördüler.

Hiç yorum yok: