1 Ekim 2012 Pazartesi

YENİ BİR MEVSİM DAHA AÇILDI…




Son 1-1,5 aydır zaman zaman canım sıkılıyor ve moralim bozuluyordu. Neden diye sorarsanız açıklayamazdım. Bende bazen böyle olur. Suratım asılır ve biraz da sinirli olurum. Bunu bildiğim için özellikle kadınlara bu durumu baştan açıklarım: bende bazen böyle olur. Üzerine alınma, sana karşı yapılan bir şey olarak düşünme… Üzerime varma, geçer.
Aslında bu kez neden böyle olduğunu biliyordum: gelecekte ne yapacağıma bir türlü karar veremiyordum ve bu da beni sinirlendiriyordu. 
Bugüne kadar yaptığım şeyleri zaten yapacağım: sürekli yazı yazacağım, okuyacağım, değişik faaliyetlere katılacağım; ne ki bunlar bana yetmiyor, fazlası gerek ve bu fazlası nedir tam karar verememiştim.
Yüzde yüz olmasa bile önemli oranda karar verdim ve bu da beni ferahlattı. 
Entelektüel derinliğin önemli oranda artırılması bundan sonra önde gelen amaç olacak…
Zor iş, epeyce zor iş ama yapmaya çalışacağım. Yazacağım uzun yazıların ve kitapların bir bölümüne de karar verdim.
Bugün kadar verince üç ay sonra kitap yazılmaz ama yöneliminiz artık bellidir ve ona göre hazırlanırsınız.
Belma’ya mektupların bilgisayara geçirilmesi bitti gibi…
Bundan sonra basılıp baştan aşağıya okunacak, ekleme gerekliyse yapılacak, düzenleme gerekliyse o da yapılacak ve basıma hazır duruma gelecek…
1995 sonlarında 12 yıl aradan sonra telefonla görüştükten sonra yazdığım ilk mektupta sözünü ettiğim olayı unutmuştum.O sıralar Köln’de bir toplantıya çağrılıydım. Psikolog bir kadın göçmenlere yönelik olarak verdiği konferansta nasıl mutlu olunabileceğini anlatmıştı.
Konuşması bittikten sonra kadının yanına gittim ve “mutlu olmak neden gerekli” diye sordum. Ancak mutsuz insan değişebilir ve gelişebilir, mutlu insan buna gerek duymaz. Bu nedenle biraz mutsuzluk önemli bir motivasyondur.
Kadın bana baktı ve “çoğunluğun sizin gibi düşüneceğini sanmıyorum” dedi.
Düşünmesin tabii ki, çoğunluğun ne düşündüğü benim de çok umurumdaydı.
Başarı kazandınız mı çoğunluk sizden olur, merak etmeyin. Hatta düşüncelerinizde yeterince radikal olmadığınız için sizi eleştirir bile…
Üç aydır neredeyse her gün uğraştığım mektupların bilgisayara geçirilmesi işini bitirmiş olmak beni ferahlattı kuşkusuz… Yaklaşık 400 sayfa kadar olacak…
1977-78’de yazdıklarımı okuduğumda kafamda cevabı verilmiş olan bir soruya bu kez başka yönden ve daha açıklayıcı bir cevap buldum.1979 ve özellikle 1980’den başlayarak performansımda büyük artış vardı. Bu artış 1982’de iyice yükselerek dönüm noktasına ulaşmıştı (Paris yılı).
Bunun nedenini merak ederdim. Evet, geçmişin uzun uzun irdelenmesi, eksiklerin saptanması, yeniden düzenlenme; bunlar vardı ama bana bu açıklamada sanki eksik var gibi geliyordu.Konuyu düşünürken eskiden okuduğum ve hoşuma giden bir romanı yeniden okumak istedim: Herman Hesse’nin Bozkırkurdu. Bu kitabın Almancasını bile almış ve biraz okumuştum da: Der Steppenwolf.
Romanın kahramanı içinde iki insanın çatıştığı bir kişidir.Yıllarca kendimle çok uğraşmak zorunda kaldım. Bir yanda bilinen klasik hayattan nefret eden Engin, diğer yanda o klasik hayatta kazanılan değişik özelliklerle sürekli olarak oraya çekilen Engin… 
Bu durum insanı gergin ve huzursuz yapar; sürekli kendinizle mücadele içinde olmanız gerekir.
Bu durum iyi bir eğitim görmüş ve klasik hayatta yukarılarda olabilecek iken başka bir yolu seçen bütün insanlarda vardır.İlker’de aynısı vardı. Mahir’de aynısı vardı.
İyi bir okul bitirmişsiniz, o yıllarda bu tür insanlar da fazla bulunmuyor. Önünüz açık. Size devrimci olmayın diyen de yok, ama kararınca olun…
Öğretim üyeleri arasında sosyalist olursunuz, mühendis olarak meslek odalarına girersiniz; silahlı mücadele gibi işlere girmeyin. Hem çok tehlikelidir ve hem de sonuna kadar gidecekseniz eğer, klasik hayatın yolu tümüyle kapanır.1977-78’de iki Engin arasındaki kavga bitti. Çocukluktan gelen etkileri de katarsak bana uzun zaman ve büyük enerjiye mal olan kavga bitti; iki taraf birbiriyle anlaştı.
Artık beni tutabilene aşk olsun!
Bu gelişmenin de kendi içinde evreleri vardır: büyük çıkış (1982-1995), derinleşme (1996-2007) ve şimdi çok yönlülükte derinleşme olarak da adlandırılabilecek bir evre var. Yapılan isimlendirme yeterince uygun olmayabilir, ama sanırım evreler hakkında fikir veriyordur. 
1983-1995 arasında gerçekleşen gelişme ve değişime beni iyi tanıyan Belma bile şaşırdığına göre; demek önemli değişimler olduğu sadece benim düşüncem değil…
Kendimi iyi hissedince Rolling Stones’un sevdiğim şarkılarından birisi olan Ruby Tuesday’i dinledim, bir daha dinledim, bir daha dinledim…
1970’lerin şarkısı…
Yesterday don’t matter if it’s gone
Gittiyse dün önemli değil…
Dying all the time…
Sürekli ölmek (ve tabii yeniden doğmak).
Dört yıldan fazla zamandır Acilciler tarihi ve bu tarihteki hainin ve ortaklarının ortaya çıkarılması zamanımı aldı ama önemli bir işi de başardık.
Bunun bana zararı da oldu diyebilirim; hayatımda hiç yapmadığım kadar geçmişle uğraştım.
Benim için esas olan hep bugün ve gelecek oldu.
Geleceği geçmişin uzantısı olarak görmedim.
Geçmişi olmayanın geleceği yoktur, sözüne inanmam.
Bu sözü, geçmişe fazla bağlı kalanın geleceği olmaz, olarak yorumlarım. 
Hele de 1990 sonrasında bugün ve gelecek, geçmişin uzantısı olmaktan iyice uzaklaştı.
Geçmişe bağlı kalanlar, orada kaldılar.
1990 aslında sosyalist blokun yıkılması temelinde belirlenen bir tarih ve ülke olarak bizim için geç bir tarih…
Bizde 12 Eylül 1980 öncesinden kopamayanlar o dönemde kaldılar ve hala orada dönüp duruyorlar.
Mary Hopkins adlı bir İngiliz şarkıcı vardır ve onun galiba tek şarkısı da Those were the days adını taşır.
Ne günlerdi, olarak da çevrilebilecek bu isimli şarkıda; gençler meyhanede içerler ve gelecek için büyük planlar kurarlar ve bir bölümünü de yaparlar. Sonra meşgul yıllar (busy years) araya girer: evlilik, çocuk, çalışmak vb. O konuşulanlar unutulup gider ve artık yaşlandıklarında yine aynı meyhanede karşılaştıklarında selamlaşırlar ve o günlerden söz ederler.
Those were the days my friend, we thought they never end

Ne günlerdi, hiç bitmeyeceklerini düşünürdük.
O günler çoktan bitti, ama o günlerin özlemi ve lafı bitmedi…
Dahası, bugünün ve geleceğin yerini alarak bitmedi…
Bizim 12 Eylül gazilerine ne kadar uyuyor, değil mi?
Döndürüp döndürüp o dönemi anlatıyorlar; süsleyip püslüyorlar ve hep aynı şeyleri anlatıyorlar.
Ne günlerdi onlar ama!
O günler bu kadar güzel idiyse 12 Eylül’den sonra neden bozgun yaşandı gibisinden tatsız sorular sormayayım.Onlar orada, ne günlerdi onlar’da kalsınlar…Bazen düşünüyorum ve apayrı düzlemlerde bulunduğumuzu ve bu nedenle de bırakın anlaşmayı, konuşmanın bile mümkün olmadığını görüyorum.
Bu insanların benim için herhangi bir değeri bulunmuyor.Kendi dünyalarında yaşasınlar ama bununla yetinmiyorlar ki…İnsan bazılarını fena yapmak zorunda kalıyor…
İstemiyorum ama dünyayı hala 30 yıl öncesindeki gibi sananlara bazen gerçeği kaba biçimde göstermek gerekiyor.
Bu insanlardan bazılarını seviyorum da…
Bir şeylerin değişmiş olduğunu, düşündükleri gibi olmadığını anlıyorlar, ama kendi dünyalarından da bir türlü çıkamıyorlar.
Eskiden oradan çıkmaları için uğraşırdım, sonra bunun benim çabamla olmayacağını görüp vazgeçtim.
Ruby Tuesday’de güzel bir söz vardır:
O gitti, çünkü değişemedi.
Bazı şeyler geçmişte daha güzeldi, örneğin böyle sözlü şarkılar yok artık…
Eskiden her hafta iki kez sinemaya giderdim. Yıllardır gitmiyorum.
Nerede o derinliği olan eski filmler?
Ama eskisine göre büyük güzellikler de var…
Bir kere açıklık var; eskisi gibi kendini gizleme olanağı yok artık ya da herkesin ne olup ne olmadığı ortada…
Palavralar artık tutmuyor, abartmalar alay konusu oluveriyor.
Bilgi ve deneyimin gerçek değeri şimdi görülüyor.
İnsanlar eskisine göre hayli bilgili ve bu nedenle de şimdi ham bilgi değil bilginin çok yönlülüğü ve derinliği gerekli…
Yeni bir mevsim daha açıldı ve bakalım ne yaparım

Engin Erkiner