12 Kasım 2012 Pazartesi

GÜZİN ABLA




Engin Erkiner
Yıllar önce, diyelim ki on yıl kadar önce her gün Hürriyet okurdum.
O zamanlar Almanya haberleri açısından iyi bir gazeteydi, ama benim için önemli bir yazar da vardı gazetede: Güzin Abla. Gazeteyi alır almaz ilk olarak olmasa bile ikinci olarak onun köşesini okurdum.
O zamanki Güzin Abla, birkaç yıldan beri yerini alan kızından daha iyiydi. Ya da şöyle diyeyim: beni Güzin Abla’nın ne söylediğinden ziyade, ona gelen mektuplar ilgilendiriyordu. Bu mektuplar ülkenin insan haritası gibiydi.Mektupların yüzde 90’ından fazlası kadınlardan geliyordu ve bunların büyük bölümü de eşleri tarafından aldatılmayla ilgiliydi. “Ne yapalım?” diye Güzin Abla’ya soruyorlardı.
Bir kadının mektubu özellikle ilginçti ve yaklaşık şöyle diyordu:
Etrafımızdaki ailelerde eşlerini aldatan erkekleri gördükçe ve duydukça, bizim evliliğimizin özel bir karaktere sahip olduğuna inanırdım. Çok sonra öğrendim ki, aslında hiçbir özel yanımız yokmuş ve işin en acı tarafı da bunu en son benim öğrenmem oldu.
Bu kadınlara çok hayret ederdim. Aldatıldıklarını öğrenince fena halde kırılmalarına değil, bu durumu öğreninceye kadar yaşadıkları hayata şaşardım.
Yıllarca, ben diyeyim on siz deyin yirmi yıl, kendileri için neredeyse hiçbir şey yapmamışlar. Çocukları ve eşleri için yaşamışlar ve ardından bu dünya çökünce de ne yapacaklarını şaşırmışlar. Durumu kabullenmeleri mümkün değil, ama ne yapacaklar?
Kendi ifadelerine göre değişik yetenekleri varmış. Hiç birisini geliştirmekle uğraşmamışlar. Ev kadınlığı, çocuklar ve eş derken yıllar geçip gitmiş… Yaş olmuş 40 ya da 45 ve büyük bir boşlukla karşılaşmışsınız. Eski eş gitti, çocuklar büyüyünce doğal olarak gidecekler ve peki sen nesin, kimsin?
Yıllarca kendini geliştirmek için hiçbir şey yapmamışsın ve şimdi buna çok geç kalmış olarak başlıyorsun. O da başlayabilirsen tabii…
İnsan, kadın veya erkek, her ortamda, her beraberlikte kendisi için bir şeyler yapmalıdır. Bunun için kuşku içinde yaşamak, eşini sevmemek gerekmez. Bu bir ilkedir. Her koşulda kendini geliştireceksin ve o zaman ne kadar kötü şeylerle karşılaşırsan karşılaş, dayanma gücün daha yüksek olur.
Kötü bir şeyle karşılaşmayabilirsin de…Kendini geliştirmek, nasıl söyleyeyim, doğal bir iştir. Gelecekte iyi mi kötü mü olacağına göre yapılmaz. Gelecek nasıl olacak olursa olsun yapılır, her durumda yapılır.
Çarşamba günü Frankfurt’taki açlık grevi çadırını ziyaret ettim. Orada beni yıllar önce gittiğim Ulm’daki panelden tanıyan bir arkadaşla karşılaştım. Konuşurken, “açlık grevcileriyle dayanışma için bu çadıra geldiğini ve katıldığını, bunun da kendisini mutlu ettiğini” anlattı. Tamamen aynı fikirdeydim.
“Gayet tabii,” dedim, “devrimcilik sana bir şey vermiyorsa, ötesini boş ver. Sürekli vererek, birilerini kurtarmak için devrimcilik yapılmaz. Devrimciliğin sana bir şeyler verebilmesi gerekir. Ya da senin ondan bir şeyler alabilmen gerekir. Ancak bu tür siyasilik uzun süreli olur.
”Devrimcilik, sol siyasilik önce insanın kendisi içindir. Eğer seni geliştirmiyorsa ya da sen burada gelişemiyorsan, bir süre sonra gidersin. Ya da kalırsın ama yapıyormuş gibi görünerek kalırsın.
Bu işler sadece inançla yürümez, inancın maddi zemininin olması gerekir. Bu maddi zemin de içinde bulunulan sürecin insanı geliştirmesi, kısacası onu mutlu etmesidir.
Aksi durumda, 12 Eylül mahkemelerinde bir devrimcinin sözlerine gelirsiniz:“Biz bu halk için çok uğraştık ama o bizi anlamadı.
”Bunun ardından gelecek söz, “başlarım böyle halka…”dır.
Sadece halk için devrimcilik olmaz, yapılmaz.
Güzin Abla’nın yayınladığı mektuplardaki sorunlar da özünde benzer noktalara işaret ediyordu. Tek fark, bol miktarda şikayet eden kadınların tembel olmasıydı. Kendini geliştirmek, kendin için bir şeyler yapmak zahmetli iştir. Onlar uğraşmamışlar, sonra da “neden böyle oldu” diye soruyorlar.
Emekli olmuş bir aile babasının yazdığı mektubu hala hatırlarım.
Adam önce şimdiki durumunu anlatıyor: çocukları büyümüş, okumuş, meslek sahibi olmuşlar; eşi ile birbirlerini hala seviyorlar, arabaları, yazlık ve kışlık evleri var; zengin değiller ama geçim sıkıntıları da yok.
Ve adam şunu soruyor:
“İçimde bir eksiklik var. Ben yaşadım mı? Ne yaptım bunca yıl? Gençken içimde istekler vardı ve rahat bir hayat uğruna hiç birisini gerçekleştirmek için çalışmadım. Şimdi hayatımın son yıllarında büyük bir eksiklik duyuyorum ve keşke böyle yapmasaydım, keşke o isteklerin peşinden gitseydim diyorum. Ama artık çok geç…”
Adam konuyu gayet güzel anlatmış.
Mesele bu işte!
O isteklerin peşinden gitmek, cesaret ister. O isteklere ulaşabileceğinizin herhangi bir garantisi de yoktur. Bunun yerine rahat bir hayatı, garantili bir geleceği tercih de edebilirsiniz. Bunun tek mahzuru, yıllar sonra hissedeceğiniz eksiklik duygusudur ve buna karşı yapabileceğiniz bir şey de yoktur, zira artık çok geçtir.
İster istemez insan kırk yıl öncesini hatırlıyor.
Temmuz 1972, İngilizce öğretilen Hazırlık Okulu dahil beş yıllık ODTÜ’yü beş yılda bitirmişim. Daha 22 yaşındayım ve bu arada Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu yayın organı İleri dergisinin sorumlu yazı işlerinden, THKP-C’nin gayrı resmi yayın organı Kurtuluş gazetesinin Ali Orhan Yücelalp ve İlhan Kalaycıoğlu ile birlikte çıkarılmasına kadar bir sürü işi de üstlenmişim. Kızıldere olmuş ve şimdi ne yapacağım sorusu karşıma dikilmiş.
En fazla bir yıl içinde ABD’de bir üniversiteye gitmem için karşılıksız burs hazır…
ODTÜ’nün o kadar büyük bir prestiji var ki, bütün yollar size açık…
Hayır, benim isteklerim var, onları yapacağım ya da yapmaya çalışacağım. Aynı karar verme durumuyla 1982’de Paris’te karşılaştım. Fransa’da kalıp kimyada doktora yapabilirim. Zaten iyi İngilizce biliyorum, Fransızcayı da öğrenirim.
İstemedim ve 1972’deki kadar bile düşünmedim.
1972 ya da 1982’de tersi yönde karar vermiş olsaydım, kuşkusuz rahat bir hayatım olurdu ama o eksikliği de sürekli hissederdim.
Ve ben böyle yaşayamazdım.
Aradan kırk yıl geçmiş ve bu kırk yıl bana çok şey verdi. Tabii sadece o vermedi, ben de almasını bildim.
Bir insanın dönüp yıllar öncesine baktığında oradaki kendini tanımakta zorlanması büyük bir mutluluktur. Aynı mutluluğu Yılmaz Güney Siyasi Yazılar’ının  hatırlayamadığım bir cildinde de belirtir: o kadar değiştim ki, eski kendimi tanıyamıyorum, bana yabancı geliyor.
Yılmaz Güney bunu anlatırken oldukça mutludur, okurken bu mutluluğu anlarsınız. Bu konularda oldukça bilinçli bir kadının söyledikleri geliyor aklıma:
“Benim değişik özelliklerim var ve bunları geliştirmek istiyorum. Bu işi kendim yapamam, yapabilecek olsaydım şimdiye kadar yapmış olmam gerekirdi. Ama sen bu işi biliyorsun.”
İnsanın gelişmesi, sahip olduğu özellikleri, yetenekleri geliştirmesi demektir.
Buna insanın kendini gerçekleştirmesi de denilebilir ve felsefe okumaya başladığımda İlkçağ filozoflarının neredeyse tamamının “hayatın amacı ne olmalıdır” sorusuna aynı cevabı verdiklerini gördüğümde son derece mutlu olmuştum: hayatın amacı insanın kendisini gerçekleştirmesidir.
Kendini gerçekleştirmenin değişik yolları vardır ve yaşadığınız topluma, bulunduğunuz döneme göre değişir.
Mesela 1950’de değil de 1970’de doğmuş olsaydım, muhtemelen başka bir gelişme yolu tutardım. Ama anlayışın değişmemesi gerekiyor.
Kendini geliştirmek isteyen o kadının büyük eksiği tembel olmasıydı.
Amaçlarının peşinde koşmak, özelliklerini geliştirmek yoğun bir çalışmayı gerektirir.
Yakalamak istiyorsan kovalamasını bileceksin.
Sonuçta seni bekleyen genellikle zor bir hayattır, ama çaresiz bir eksiklik duygusu kadar da zor değildir.