27 Eylül 2013 Cuma

CASABLANCA


Engin Erkiner
Hiç değişmeyen sabitlerim vardır. Bunlardan bir tanesi de sevdiğim filmleri sürekli olarak yeniden izlemektir. 
Marlon Brando ile Jane Fonda’nın başrollerinde oynadıkları The Chase (Kovalama veya Takip de denilebilir, Türkçede Kaçaklar adıyla oynatılmıştı)) filmini ilk kez 1974’te Ankara’da izlemiştim. Küçük bir Amerikan kasabasındaki bir hafta sonunu anlatan film; bu kasabalı olan ve hapisten kaçan ve yolu o civara düşen kişinin izlenmesi ve avlanması, ırk ayrımı gibi konuları işliyordu. O günden beri sanırım sekiz kere izledim, yeniden de izleyebilirim.
Bir başka filmi, Quemada (Kanlı Ada adıyla oynadı) ilk kez 1975’te yine Ankara’da izlemiştim. Film yasaklanmış ama Danıştay kararıyla oynatılmıştı. Başrolde yine Marlon Brando vardı, öteki kişinin adını değil de filmdeki adını hatırlarım: Jose Dolores. Quemada Antiller’de bir adadır ve Portekiz sömürgesidir. Bir İngiliz ajanı (M. Brando) isyan çıkarmak ve Portekiz yönetimini devirmek için adaya gider. Öfkeli insan aramaktadır ve J. Dolores’i bulur. Ona ve adamlarına tüfek kullanmasını öğretir. Bir karakol baskınından sonra olaylar büyür. Bu sahnede Dolores’in elinde silah söylediği Frantz Fanon’u hatırlatan bir cümle vardır: Portekizli de öldürülebilir.
Sömürge yönetimi devrilir, ardından ada İngiltere’nin yeni sömürgesi olacak ve ajan da adadan gidecektir.

Yıllar sonra adada yeniden isyan çıkar. Bu kez yine Dolores önderliğinde İngiltere’ye karşı ayaklanma vardır. Ajan yine göreve çağrılır. “Gerilla suda balıktır” diyerek suyu kurutmaya yönelir. Adadaki çok sayıda orman yakılır ve sonunda Dolores yakalanır, isyan bastırılır.
Dolores’in öldürülmesini ve böylece de efsane olmasını engeller.
Dolores idama mahkum olur. Son gecesinde M. Brando yanına gelir, ellerini çözer ve kaçmasını ister. Biraz önce adanın başlıca yöneticileri ve iş adamlarıyla yaptığı toplantıda onları Dolores’in kaçması gerektiği konusunda ikna etmiştir. Dolores idam edilirse efsane olur. Bunu engellemek için kaçmasına ve adayı terk etmesine göz yumulması gerekir. Kaçmasının ardından “bizimle işbirliği yaparak kaçtı” açıklaması yapılacaktır.
Dolores kaçmayı reddeder ve idam edilir. Ajan bunu bir türlü anlayamaz. Adayı terk etmek üzere gemiye binerken rıhtımdaki hamallar tarafından öldürülür.
Bu filmi de dört kere izledim. Televizyonlarda sürekli gösterilir ve kaçırmam. Yine gösterilse yine izlerim.

Casablanca’yı çok geç izledim. Herhalde 5-6 yıl kadar olmuştur, o kadar. Bir sinema klasiği olan bu filmi neden bu kadar geç izledim, bilmiyorum. Kadın-erkek arasındaki aşk çerçevesinde dönen filmleri sevmem, belki bu nedenle izlememişimdir.
Filmi izlediğim zaman çok hoşuma gitti. Evet bir aşk hikayesi vardı ama ana konu bu değildi. Humphrey Bogart-Ingrid Bergman filminde herkes kendine göre bir şey bulurmuş. Aşk, dostluk, arkadaşlık, Nazilere karşı mücadele ya da filmin meşhur müziği: As Time goes by (zaman geçerken).

Ben filmde bambaşka bir şey buldum ama önce kısaca filmi anlatayım:
Bir Çek direnişçisiyle Amerikalı bir kadın evlenmiştir. Sonra adam gestapo tarafından yakalanır ve öldü haberi gelir. Kadın, Paris’te Bogart ile tanışır ve birbirlerini çok sevdikleri bir ilişkileri olur. Bu arada Fransız ordusu yenilmiş ve Naziler Paris’e girmek üzeredir. Akşam Paris’ten Marsilya’ya giden trende buluşmak için sözleşirler ama kadın gelmez. Kocasının ölmediğini ve Gestapo’nun elinden kurtularak Paris’e geldiğini haber almıştır. 
Kadın kocasıyla birlikte Fas’a ve burada Casablanca’ya kaçar. 

Bu yol, 1940’lı yallarda Nazilerden kaçmak için kullanılan klasik bir yoldur. Fransa’nın güneyine gelinmesi, buradan ya İspanya’ya geçilmesi ve ya oradan ya da doğrudan Fas’a gidilmesi… Frankfurt Okulu’nun tanınmış isimlerinden Walter Benjamin Fransa’nın güneyinde sınırı geçemediği için intihar edecektir.
Bogart da aynı kentte tanınmış bir gazino işletmektedir. Kadın gazinoda Paris’te Bogart’ın yanında tanıdığı siyah piyanisti görür ve ondan parçaları olan As time goes by’ı çalmasını ister. Adam, bu parçanın burada çalınması yasak, der. Kadın ısrar eder. Bogart üst kattan parçanın çalındığını duyunca hışımla aşağıya iner ve kadınla karşılaşırlar.
Kadın durumu açıklar. Zor bir açıklamadır bu. Kendisi de eşinin öldüğünü sanmıştır ama böyle olmadığını öğrenmiştir. Şimdi ona ABD’ye seyahat vizesi gerekmektedir.
Bogart’ta bazı karışık ilişkilerden elde ettiği böyle bir vize vardır ama önce bunu gizler.
Gestapo kadının eşinin peşindedir. Tutuklanması an meselesidir. Adam Bogart’ın İspanya iç savaşına katılmış olduğunu öğrenir ve “aslında aynı saftayız” der. Bogart ise artık politikayla ilgilenmediğini belirtecektir.

Sonuçta vizeyi onlara verir. Adam gitmek istemez ve Bogart’ın Bergman ile gitmesini ister. Bogart, hayır sen gideceksin, der. Havaalanında vedalaşırlar. Bir daha görüşmeyeceklerdir. Uçak kalkarken Gestapo görevlisi yetişir ve uçağın kalkmasını engellemeye çalışır. Bogart adamı hem de kentin Fransız emniyet müdürünün önünde öldürür. 
Emniyet müdürü bakar ve “Sadece bir yurtsever değilsiniz, ne kadar romantik bir insansınız” der. Adamlarını çağırır ve “bilinen şüphelileri tutuklayın” der. 
İkisi kol kola havaalanından çıkarlarken uçak da havalanmıştır.
Filmin beni en çok etkileyen yanı, aynı kadını seven iki erkek arasındaki dostluktur. 
Kadının eşi kalmak ister ki Gestapo’nun eline düştüğünde öldürüleceğini bilmektedir. Buna rağmen bu tutumu alır. Bogart kabul etmez ve uçağı engellemeye çalışan Gestapo subayını Emniyet Müdürü’nün önünde öldürür. Bu eylemin sonucu ölümdür ama Müdür, ne kadar romantik bir insansınız, der ve film biter. 

Sadece iki kere izleyebildim ama bu film daha oynar ve ben de kaçırmam.
Yeni filmlerden hoşlanmadığım için eskiden çok gittiğim sinemaya gitmiyorum. Son olarak galiba beş yıl önce Der Untergang adlı Hitler’in sığınağındaki son günlerini anlatan filme gitmiştim. Arada Anna Karenina’nın yeni versiyonu oynadı, gidemedim. Hannah Arendt’e de gidemedim. 
Neyse, bunlar yeniden oynar. 


Hiç yorum yok: