Engin Erkiner
Yıllar önce, diyelim ki on yıl kadar önce her gün Hürriyet
okurdum.
O zamanlar Almanya haberleri açısından iyi bir gazeteydi, ama
benim için önemli bir yazar da vardı gazetede: Güzin Abla. Gazeteyi alır almaz
ilk olarak olmasa bile ikinci olarak onun köşesini okurdum.
O zamanki Güzin Abla, birkaç yıldan beri yerini alan kızından
daha iyiydi. Ya da şöyle diyeyim: beni Güzin Abla’nın ne söylediğinden ziyade,
ona gelen mektuplar ilgilendiriyordu. Bu mektuplar ülkenin insan haritası
gibiydi.Mektupların yüzde 90’ından fazlası kadınlardan geliyordu ve bunların
büyük bölümü de eşleri tarafından aldatılmayla ilgiliydi. “Ne yapalım?” diye
Güzin Abla’ya soruyorlardı.
Bir kadının mektubu özellikle ilginçti ve yaklaşık şöyle
diyordu:
Etrafımızdaki ailelerde eşlerini aldatan erkekleri gördükçe ve
duydukça, bizim evliliğimizin özel bir karaktere sahip olduğuna inanırdım. Çok
sonra öğrendim ki, aslında hiçbir özel yanımız yokmuş ve işin en acı tarafı da
bunu en son benim öğrenmem oldu.
Bu kadınlara çok hayret ederdim. Aldatıldıklarını öğrenince fena
halde kırılmalarına değil, bu durumu öğreninceye kadar yaşadıkları hayata
şaşardım.
Yıllarca, ben diyeyim on siz deyin yirmi yıl, kendileri için
neredeyse hiçbir şey yapmamışlar. Çocukları ve eşleri için yaşamışlar ve
ardından bu dünya çökünce de ne yapacaklarını şaşırmışlar. Durumu
kabullenmeleri mümkün değil, ama ne yapacaklar?
Kendi ifadelerine göre değişik yetenekleri varmış. Hiç birisini
geliştirmekle uğraşmamışlar. Ev kadınlığı, çocuklar ve eş derken yıllar geçip
gitmiş… Yaş olmuş 40 ya da 45 ve büyük bir boşlukla karşılaşmışsınız. Eski eş
gitti, çocuklar büyüyünce doğal olarak gidecekler ve peki sen nesin, kimsin?
Yıllarca kendini geliştirmek için hiçbir şey yapmamışsın ve
şimdi buna çok geç kalmış olarak başlıyorsun. O da başlayabilirsen tabii…
İnsan, kadın veya erkek, her ortamda, her beraberlikte kendisi
için bir şeyler yapmalıdır. Bunun için kuşku içinde yaşamak, eşini sevmemek
gerekmez. Bu bir ilkedir. Her koşulda kendini geliştireceksin ve o zaman ne
kadar kötü şeylerle karşılaşırsan karşılaş, dayanma gücün daha yüksek olur.
Kötü bir şeyle karşılaşmayabilirsin de…Kendini geliştirmek,
nasıl söyleyeyim, doğal bir iştir. Gelecekte iyi mi kötü mü olacağına göre
yapılmaz. Gelecek nasıl olacak olursa olsun yapılır, her durumda yapılır.
Çarşamba günü Frankfurt’taki açlık grevi çadırını ziyaret ettim.
Orada beni yıllar önce gittiğim Ulm’daki panelden tanıyan bir arkadaşla
karşılaştım. Konuşurken, “açlık grevcileriyle dayanışma için bu çadıra
geldiğini ve katıldığını, bunun da kendisini mutlu ettiğini” anlattı. Tamamen
aynı fikirdeydim.
“Gayet tabii,” dedim, “devrimcilik sana bir şey vermiyorsa,
ötesini boş ver. Sürekli vererek, birilerini kurtarmak için devrimcilik
yapılmaz. Devrimciliğin sana bir şeyler verebilmesi gerekir. Ya da senin ondan
bir şeyler alabilmen gerekir. Ancak bu tür siyasilik uzun süreli olur.
”Devrimcilik, sol siyasilik önce insanın kendisi içindir. Eğer
seni geliştirmiyorsa ya da sen burada gelişemiyorsan, bir süre sonra gidersin.
Ya da kalırsın ama yapıyormuş gibi görünerek kalırsın.
Bu işler sadece inançla yürümez, inancın maddi zemininin olması
gerekir. Bu maddi zemin de içinde bulunulan sürecin insanı geliştirmesi,
kısacası onu mutlu etmesidir.
Aksi durumda, 12 Eylül mahkemelerinde bir devrimcinin sözlerine
gelirsiniz:“Biz bu halk için çok uğraştık ama o bizi anlamadı.
”Bunun ardından gelecek söz, “başlarım böyle halka…”dır.
Sadece halk için devrimcilik olmaz, yapılmaz.
Güzin Abla’nın yayınladığı mektuplardaki sorunlar da özünde
benzer noktalara işaret ediyordu. Tek fark, bol miktarda şikayet eden
kadınların tembel olmasıydı. Kendini geliştirmek, kendin için bir şeyler yapmak
zahmetli iştir. Onlar uğraşmamışlar, sonra da “neden böyle oldu” diye
soruyorlar.
Emekli olmuş bir aile babasının yazdığı mektubu hala hatırlarım.
Adam önce şimdiki durumunu anlatıyor: çocukları büyümüş, okumuş,
meslek sahibi olmuşlar; eşi ile birbirlerini hala seviyorlar, arabaları, yazlık
ve kışlık evleri var; zengin değiller ama geçim sıkıntıları da yok.
Ve adam şunu soruyor:
“İçimde bir eksiklik var. Ben yaşadım mı? Ne yaptım bunca yıl?
Gençken içimde istekler vardı ve rahat bir hayat uğruna hiç birisini
gerçekleştirmek için çalışmadım. Şimdi hayatımın son yıllarında büyük bir
eksiklik duyuyorum ve keşke böyle yapmasaydım, keşke o isteklerin peşinden gitseydim
diyorum. Ama artık çok geç…”
Adam konuyu gayet güzel anlatmış.
Mesele bu işte!
O isteklerin peşinden gitmek, cesaret ister. O isteklere
ulaşabileceğinizin herhangi bir garantisi de yoktur. Bunun yerine rahat bir
hayatı, garantili bir geleceği tercih de edebilirsiniz. Bunun tek mahzuru,
yıllar sonra hissedeceğiniz eksiklik duygusudur ve buna karşı yapabileceğiniz
bir şey de yoktur, zira artık çok geçtir.
İster istemez insan kırk yıl öncesini hatırlıyor.
Temmuz 1972, İngilizce öğretilen Hazırlık Okulu dahil beş yıllık
ODTÜ’yü beş yılda bitirmişim. Daha 22 yaşındayım ve bu arada Türkiye Devrimci
Gençlik Federasyonu yayın organı İleri dergisinin sorumlu yazı işlerinden,
THKP-C’nin gayrı resmi yayın organı Kurtuluş gazetesinin Ali Orhan Yücelalp ve
İlhan Kalaycıoğlu ile birlikte çıkarılmasına kadar bir sürü işi de üstlenmişim.
Kızıldere olmuş ve şimdi ne yapacağım sorusu karşıma dikilmiş.
En fazla bir yıl içinde ABD’de bir üniversiteye gitmem için
karşılıksız burs hazır…
ODTÜ’nün o kadar büyük bir prestiji var ki, bütün yollar size
açık…
Hayır, benim isteklerim var, onları yapacağım ya da yapmaya
çalışacağım. Aynı karar verme durumuyla 1982’de Paris’te karşılaştım. Fransa’da
kalıp kimyada doktora yapabilirim. Zaten iyi İngilizce biliyorum, Fransızcayı
da öğrenirim.
İstemedim ve 1972’deki kadar bile düşünmedim.
1972 ya da 1982’de tersi yönde karar vermiş olsaydım, kuşkusuz
rahat bir hayatım olurdu ama o eksikliği de sürekli hissederdim.
Ve ben böyle yaşayamazdım.
Aradan kırk yıl geçmiş ve bu kırk yıl bana çok şey verdi. Tabii
sadece o vermedi, ben de almasını bildim.
Bir insanın dönüp yıllar öncesine baktığında oradaki kendini
tanımakta zorlanması büyük bir mutluluktur. Aynı mutluluğu Yılmaz Güney Siyasi
Yazılar’ının hatırlayamadığım bir
cildinde de belirtir: o kadar değiştim ki, eski kendimi tanıyamıyorum, bana
yabancı geliyor.
Yılmaz Güney bunu anlatırken oldukça mutludur, okurken bu
mutluluğu anlarsınız. Bu konularda oldukça bilinçli bir kadının söyledikleri
geliyor aklıma:
“Benim değişik özelliklerim var ve bunları geliştirmek
istiyorum. Bu işi kendim yapamam, yapabilecek olsaydım şimdiye kadar yapmış
olmam gerekirdi. Ama sen bu işi biliyorsun.”
İnsanın gelişmesi, sahip olduğu özellikleri, yetenekleri
geliştirmesi demektir.
Buna insanın kendini gerçekleştirmesi de denilebilir ve felsefe
okumaya başladığımda İlkçağ filozoflarının neredeyse tamamının “hayatın amacı
ne olmalıdır” sorusuna aynı cevabı verdiklerini gördüğümde son derece mutlu
olmuştum: hayatın amacı insanın kendisini gerçekleştirmesidir.
Kendini gerçekleştirmenin değişik yolları vardır ve yaşadığınız
topluma, bulunduğunuz döneme göre değişir.
Mesela 1950’de değil de 1970’de doğmuş olsaydım, muhtemelen
başka bir gelişme yolu tutardım. Ama anlayışın değişmemesi gerekiyor.
Kendini geliştirmek isteyen o kadının büyük eksiği tembel
olmasıydı.
Amaçlarının peşinde koşmak, özelliklerini geliştirmek yoğun bir
çalışmayı gerektirir.
Yakalamak istiyorsan kovalamasını bileceksin.
Sonuçta seni bekleyen genellikle zor bir hayattır, ama çaresiz
bir eksiklik duygusu kadar da zor değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder