60 yaş
civarında olanlar iyi hatırlar; bir zamanlar çok mektup yazılırdı. Telefon bu
kadar gelişmemişti ve daha da önemlisi internet yoktu. Mektup sadece önemli bir
iletişim aracı değil, aynı zamanda edebi bir türdü. Bu nedenle çok sayıda
yazarın mektupları aradan yıllar geçmiş bile olsa yayınlanırdı.
Bu tür
neredeyse bitti sayılır. Artık kimse kimseye uzun uzun mektup yazmıyor…
Bir dönem
çok mektup yazdım, aslında buna sadece yazdım demek daha doğru olur.
Hapishanedeyken
yazmak benim için büyük oranda mektup yazmaktı.
Yazmak,
küçük yaşlardan beri beni ferahlatır. Sıkıntılı olduğum zamanlarda özellikle
çok yazarım. Çocuk yaştan beri yazmakla ilgili olarak çok çalıştığım için fena
da yazmam hatta iyi yazarım bile diyebilirim.
Okumadan
yazmanın mümkün olmadığını, yazmanın kağıt –ya da internette ekran-
doldurmaktan ibaret olmadığını da çok erken öğrendim.
Yazıyorsan,
söyleyebileceğin, anlatabileceğin bir şeyler olmalı…
Yazmak aynı
zamanda bir karakterin bir dönemdeki durumunun yazıya dökülmesidir.
Bunu
bildiğim için, yazının arkasını okumak olarak tanımladığım şeyi de bilirim.
Yıllar sonra
kendi yazdıklarımı okuduğum zaman orada şimdikinden farklı hatta bambaşka bir
kişiyi gördüğüm bile olur.
Kendime
şaştığım bile olur, bu ben miyim diye…
Mektuplardan
söz ediyordum…
1977-1978
yılları arasında, yaklaşık bir yıllık dönemde hapishaneden çok mektup yazdım.
Bu dönemde mektup yazmak, benim kendimle konuşma biçimimdi. Kimisi yatarak
düşünür, kimisi dolaşarak… Benim için en iyi düşünme biçimi ise yazmaktır,
çünkü yazarken kafam farklı çalışır. O kadar ki, yazmadan önce aklımda olmayan
şeyler yazarken aklıma gelir.
İnsanın
büyük olayların içinden çıkıp gelen önemli bir değişim döneminde, geçmişini ve
dönemini bir kadına yönelik ve karşılığı da olan büyük bir sevginin içinden
bakarak yazması, bu mektupları fazlasıyla ilginç kılar.
El yazısıyla
yazılmış olan mektupları bilgisayara geçiriyorum, bitince de basmayı
düşünüyorum.
Yaklaşık 350
sayfalık bir kitap olacak…
Bu niyetle
başladım ve yaklaşık 170 kitap sayfası kadar da yazdım. Sonra aradaki bazı
tekrarları yayınlamak gerekir mi diye düşündüm. Bunları çıkaracağım. Birkaç
mektup yarım olarak bana ulaşmış, neyin anlatıldığı tam anlaşılmıyor; bunları
da çıkaracağım ve yine de en az 300 sayfalık bir kitap ortaya çıkacak.
Bunlara
mektupların yüzde 85-90’ı da diyebilirim.
Bu
mektupların önemli bir başka özelliği, “hapishane mektupları” olmalarıdır.
Büyük oranda
bir hapishaneden (Isparta) ötekine (Sağmalcılar) yazılmışlardır.
Az sayıda mektup
Sağmalcılar içinde yazılmış ve uzun konuşma imkanı olmadığı için ziyaret
yerinde elden verilmiştir…
Yine az
sayıda mektup ziyaretçi vasıtasıyla dışarıdan postalanmıştır…
Bu
farklıklar mektupların sonuçta içerden yazıldıkları gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Mektupları
el yazısından bilgisayara geçirirken her tarafa yayılmış ana fikri görmemek
mümkün değildi.
Hayatın bir
dönemi bitmiş, başkası başlıyor. Bilinçli bir değişim var; neler eksik, neden
eksik ve nasıl tamamlanabilirler? Mektupları yazan özne bunun oldukça iyi
farkında, karşısındaki kadın da bunu anlamış ve uzakta da olsa varlığıyla ona
destek oluyor.
Daha yaşın
kaç, 27; hayatın bir dönemi bu kadar erken mi bitti?
Evet, çünkü
bütün hayat önemli şeyler yapmaya ve ardından da ölmeye göre kurgulanmıştı.
Önemli işler
yapıp yaşayabilirsiniz de, ama o dönemin psikolojisi öyleydi.
68 kuşağının
önde gelen isimleri öldüler ve ardından birlikte yola çıktığım insanlar da
peşpeşe öleceklerdi. Bütün bunlar insandaki ölüm duygusunu güçlendiriyor.
Andre
Malraux’nun İnsanlık Durumu adlı romanında şöyle bir cümle vardır: “25
yaşındaydı ve anılarını mezarlar dolduruyordu.”
Benim
durumum da çok farklı değildi…
Ölmek önemli
değil, ölmeden önce nasıl yaşadığın önemlidir.
Madem erken
ölmem kaçınılmaz görünüyor, o zaman bu kısa hayatta gücünü sonuna kadar
harcayarak, zorlanma derecene bakmadan olabildiğince fazla şey yapmalısın.
Geç girdiğim
68 hareketinin ön planda olmayan ama varolan isimlerinden birisi oldum, ODTÜ’yü
bitirdim, yüksek lisans yaptım, askere gittim, üç yıla yakın devlet memuru
olarak çalıştım, evlendim ve çocuk sahibi oldum, adı yıllar sonra bile
hatırlanacak önemli bir örgütün kurucularından birisi oldum, bu örgütün yıllar
sonra bile unutulmayan ve bir dönemden kalan en önemli yapıt olarak da
değerlendiren temel belgesini yazdım, başka bir kadına sırılsıklam aşık oldum…
Yaş kaç, 27!
Mektuplarda
açık olarak ifade edilen; bu hayat burada bitse bile önemli değil, ben
yapacağımı yaptım, anlayışı bu temelde şekilleniyor.
Bütün
potansiyellerini harcamış ama yapacağını da yapmış ve doğal olarak bitkin,
kendini bomboş hisseden bu insanın değişmesi gerek…
Ben bu
kadına tutunarak doğruldum.
Mektuplar
gerçekte kendimle konuşmalarım, tartışmalarımdır. Sevdiğim bir kadının bunları
ciddiyetle okuması ve düşüncesini de yazması değişim sürecimi hızlandırdı.
Normalde
sinirli bir insan değilimdir, ama hapishaneye girmeden önceki aylarda
üzerimdeki yük o kadar ağırlaşmıştı ki, günlük yaşamda bile sinirli birisi
olmuştum. Bazen anlamsız hareketler yapıyor ve hatta öfke patlamaları
yaşıyordum. Bunlardan birkaç tanesi de Belma’ya rastlamıştı. Gerçi kısa süre
sonra yaptığımın manasızlığını anlıyor ve yanlış yaptığımı belirtiyordum, ama
yine de yapılmış oluyordu.
Mektuplarda
bu nedenle geçmişe yönelik olarak özür dilediğim yerler var. Elimde değildi ama
yaptığım çıkışın gerçekten manası yoktu…
Gelen cevabı
hatırlıyorum: “Hayatımda hiç kimse bana bağırmadı. Sen bağırınca kızamadım ve
neden kızamadığımı da önce anlamadım. Sonra anladım: Bu adam için değer.”
Isparta
cezaevinde bir mahkumun bana söylediklerini de kendisine yazmıştım.
Belma,
Hürriyet’in uydurduğu isimle “Bombacı Leyla” Acilcilerin en tanınmış kişisiydi.
O kadar ki, ülkenin her yanından mektup alıyor, İstanbul’da tanımadığı kadınlar
aralarında toplanıp kendisini görmek için ziyarete geliyorlardı.
Belma’dan
bana sık mektup gelmesinin nedeni merak eden bir mahkum sordu, ben de nedenini
söyledim.
Adam bana
acıdığını söyledi. Anlamadım ve nedenini sordum.
“Sen sakin
bir adamsın. Belma ise attığını vurur, acayip eylem planı yapar, yakalanırsa
konuşmaz ve çenesi de iyidir. (O sırada gazetelerde Belma’nın bir eli belinde
cezaevi savcısıyla konuşurken fotoğrafı çıkmıştı). Nasıl olacak bu iş? Sen
yanmışsın abi!”
Belma’nın
mektuplarını biriktiremedim, yok etmek zorunda kaldım.
Sekiz
cezaevi dolaştım, iki tane isyan yaşadım ve hele de kaçtıktan sonra yanımda ya
da kaldığım yerde mektup bulundurmam çok tehlikeli olurdu.
En son 1979
yılı baharında Konya Cezaevi’nde görüştük. O tahliye olmuş, ziyarete gelmişti.
Bir daha yüz yüze görüşmedik.
21 Nisan
1980’de kaçtım, Haziran 1981’de Paris’teydim. Telefonunu buldum, konuştuk,
defalarca konuştuk. İnsan telefonda fazla bir şey anlayamaz ama işin tadı yok
gibi görünüyordu. Hayat yollarımız ayrılıyordu, gelecek için farklı planlarımız
vardı, görünen buydu.
1983 yılı
sonbaharında yine bir telefon konuşmasıyla ayrıldık. Karşılıklı atışma, sert
sözler gibi şeyler olmadı. Geleceklerimiz farklıydı ve iki kişi iki ayrı yoldan
gidecekti.
Bu ayrılık
bana hayli dokundu ama yapılabilecek şey yoktu.
Aradan 12
yıl geçti. 1995 yılı sonlarında Belma’dan bir faks geldi. Türkiye’ye giden bir
arkadaşı Yazın dergisi getirmiş, oradan iletişim bilgilerimi almıştı. (Yazın’ın
hem Avrupa’da hem de Türkiye’de yayınlandığı yıllardı).
Yine
defalarca telefonla konuştuk. Evliydi, iki çocuğu vardı. Ben de evliydim ama
ayrılmak üzereydim. Konuşurken aklıma geldi: Kendisine çok sayıda mektup
yazmıştım ve belki bunlardan bir bölümü halen kendisinde duruyordu. Bunların
fotokopisini bana gönderebilir miydi?
Olur, dedi.
Bir hafta kadar sonra postadan kalın bir zarf geldi. Mektupların en az yüzde
95’inin fotokopileri vardı.
İçerde gelen
mektupları biriktiriyor. Aramada el konulur diye tahliye olan ve politik
olmayan bir tutukluyla dışarı çıkarıyor. Tahliye olunca sürekli takip altında
olmasına karşın mektupları almanın yolunu buluyor. Ülke dışına kaçak çıkarak
Kanada’daki akrabalarının yanına gidiyor ve mektupları da götürüyor (1979) ve
1996’ya kadar da saklıyor. Muhtemelen halen de duruyordur.
Neden peki
sorusu sorulmalıdır.
Nedeni şu:
“O dönem hayatımın en güzel yıllarıydı ve o dönemi seni dışarıda tutarak
düşünmek mümkün değil.”
Güzel ama
1977 yılının aksine ikimiz de bambaşka iki insandık artık…
Geçmişin
güzellikleri konuşularak ve bunları temel alarak gelecek kurulamazdı, zira
bugün ve geleceğe ilişkin düşüncelerimiz, yönelimlerimiz farklıydı.
İlerici bir
insandı, eski düşüncelerinden temel olarak vazgeçmemişti, öyle bir durumu
yoktu, ama buna rağmen epeyce farklılaşmıştık.
1977’deki
Belma’yı hala severim, ama artık yıl başka ve insanlar da başkaydı.
1997
sonlarında artık aramızdaki telefon irtibatının kesilmesi gerekiyordu ve bir
daha da konuşmadık.
Engin Erkiner
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder