5 Eylül 2013 Perşembe

MEKTUPLAR YAZMIŞTIM…



60 yaş civarında olanlar iyi hatırlar; bir zamanlar çok mektup yazılırdı. Telefon bu kadar gelişmemişti ve daha da önemlisi internet yoktu. Mektup sadece önemli bir iletişim aracı değil, aynı zamanda edebi bir türdü. Bu nedenle çok sayıda yazarın mektupları aradan yıllar geçmiş bile olsa yayınlanırdı.
Bu tür neredeyse bitti sayılır. Artık kimse kimseye uzun uzun mektup yazmıyor…
Bir dönem çok mektup yazdım, aslında buna sadece yazdım demek daha doğru olur.
Hapishanedeyken yazmak benim için büyük oranda mektup yazmaktı.
Yazmak, küçük yaşlardan beri beni ferahlatır. Sıkıntılı olduğum zamanlarda özellikle çok yazarım. Çocuk yaştan beri yazmakla ilgili olarak çok çalıştığım için fena da yazmam hatta iyi yazarım bile diyebilirim.
Okumadan yazmanın mümkün olmadığını, yazmanın kağıt –ya da internette ekran- doldurmaktan ibaret olmadığını da çok erken öğrendim.
Yazıyorsan, söyleyebileceğin, anlatabileceğin bir şeyler olmalı…
Yazmak aynı zamanda bir karakterin bir dönemdeki durumunun yazıya dökülmesidir.
Bunu bildiğim için, yazının arkasını okumak olarak tanımladığım şeyi de bilirim.
Yıllar sonra kendi yazdıklarımı okuduğum zaman orada şimdikinden farklı hatta bambaşka bir kişiyi gördüğüm bile olur.
Kendime şaştığım bile olur, bu ben miyim diye…
Mektuplardan söz ediyordum…
1977-1978 yılları arasında, yaklaşık bir yıllık dönemde hapishaneden çok mektup yazdım. Bu dönemde mektup yazmak, benim kendimle konuşma biçimimdi. Kimisi yatarak düşünür, kimisi dolaşarak… Benim için en iyi düşünme biçimi ise yazmaktır, çünkü yazarken kafam farklı çalışır. O kadar ki, yazmadan önce aklımda olmayan şeyler yazarken aklıma gelir.
İnsanın büyük olayların içinden çıkıp gelen önemli bir değişim döneminde, geçmişini ve dönemini bir kadına yönelik ve karşılığı da olan büyük bir sevginin içinden bakarak yazması, bu mektupları fazlasıyla ilginç kılar. 
El yazısıyla yazılmış olan mektupları bilgisayara geçiriyorum, bitince de basmayı düşünüyorum.
Yaklaşık 350 sayfalık bir kitap olacak…
Bu niyetle başladım ve yaklaşık 170 kitap sayfası kadar da yazdım. Sonra aradaki bazı tekrarları yayınlamak gerekir mi diye düşündüm. Bunları çıkaracağım. Birkaç mektup yarım olarak bana ulaşmış, neyin anlatıldığı tam anlaşılmıyor; bunları da çıkaracağım ve yine de en az 300 sayfalık bir kitap ortaya çıkacak.
Bunlara mektupların yüzde 85-90’ı da diyebilirim.
Bu mektupların önemli bir başka özelliği, “hapishane mektupları” olmalarıdır.
Büyük oranda bir hapishaneden (Isparta) ötekine (Sağmalcılar) yazılmışlardır.
Az sayıda mektup Sağmalcılar içinde yazılmış ve uzun konuşma imkanı olmadığı için ziyaret yerinde elden verilmiştir…
Yine az sayıda mektup ziyaretçi vasıtasıyla dışarıdan postalanmıştır…
Bu farklıklar mektupların sonuçta içerden yazıldıkları gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Mektupları el yazısından bilgisayara geçirirken her tarafa yayılmış ana fikri görmemek mümkün değildi.
Hayatın bir dönemi bitmiş, başkası başlıyor. Bilinçli bir değişim var; neler eksik, neden eksik ve nasıl tamamlanabilirler? Mektupları yazan özne bunun oldukça iyi farkında, karşısındaki kadın da bunu anlamış ve uzakta da olsa varlığıyla ona destek oluyor.
Daha yaşın kaç, 27; hayatın bir dönemi bu kadar erken mi bitti?
Evet, çünkü bütün hayat önemli şeyler yapmaya ve ardından da ölmeye göre kurgulanmıştı.
Önemli işler yapıp yaşayabilirsiniz de, ama o dönemin psikolojisi öyleydi.
68 kuşağının önde gelen isimleri öldüler ve ardından birlikte yola çıktığım insanlar da peşpeşe öleceklerdi. Bütün bunlar insandaki ölüm duygusunu güçlendiriyor.
Andre Malraux’nun İnsanlık Durumu adlı romanında şöyle bir cümle vardır: “25 yaşındaydı ve anılarını mezarlar dolduruyordu.”
Benim durumum da çok farklı değildi…
Ölmek önemli değil, ölmeden önce nasıl yaşadığın önemlidir.
Madem erken ölmem kaçınılmaz görünüyor, o zaman bu kısa hayatta gücünü sonuna kadar harcayarak, zorlanma derecene bakmadan olabildiğince fazla şey yapmalısın.
Geç girdiğim 68 hareketinin ön planda olmayan ama varolan isimlerinden birisi oldum, ODTÜ’yü bitirdim, yüksek lisans yaptım, askere gittim, üç yıla yakın devlet memuru olarak çalıştım, evlendim ve çocuk sahibi oldum, adı yıllar sonra bile hatırlanacak önemli bir örgütün kurucularından birisi oldum, bu örgütün yıllar sonra bile unutulmayan ve bir dönemden kalan en önemli yapıt olarak da değerlendiren temel belgesini yazdım, başka bir kadına sırılsıklam aşık oldum…
Yaş kaç, 27!
Mektuplarda açık olarak ifade edilen; bu hayat burada bitse bile önemli değil, ben yapacağımı yaptım, anlayışı bu temelde şekilleniyor.
Bütün potansiyellerini harcamış ama yapacağını da yapmış ve doğal olarak bitkin, kendini bomboş hisseden bu insanın değişmesi gerek…
Ben bu kadına tutunarak doğruldum.
Mektuplar gerçekte kendimle konuşmalarım, tartışmalarımdır. Sevdiğim bir kadının bunları ciddiyetle okuması ve düşüncesini de yazması değişim sürecimi hızlandırdı.
Normalde sinirli bir insan değilimdir, ama hapishaneye girmeden önceki aylarda üzerimdeki yük o kadar ağırlaşmıştı ki, günlük yaşamda bile sinirli birisi olmuştum. Bazen anlamsız hareketler yapıyor ve hatta öfke patlamaları yaşıyordum. Bunlardan birkaç tanesi de Belma’ya rastlamıştı. Gerçi kısa süre sonra yaptığımın manasızlığını anlıyor ve yanlış yaptığımı belirtiyordum, ama yine de yapılmış oluyordu.
Mektuplarda bu nedenle geçmişe yönelik olarak özür dilediğim yerler var. Elimde değildi ama yaptığım çıkışın gerçekten manası yoktu…
Gelen cevabı hatırlıyorum: “Hayatımda hiç kimse bana bağırmadı. Sen bağırınca kızamadım ve neden kızamadığımı da önce anlamadım. Sonra anladım: Bu adam için değer.”
Isparta cezaevinde bir mahkumun bana söylediklerini de kendisine yazmıştım.
Belma, Hürriyet’in uydurduğu isimle “Bombacı Leyla” Acilcilerin en tanınmış kişisiydi. O kadar ki, ülkenin her yanından mektup alıyor, İstanbul’da tanımadığı kadınlar aralarında toplanıp kendisini görmek için ziyarete geliyorlardı.
Belma’dan bana sık mektup gelmesinin nedeni merak eden bir mahkum sordu, ben de nedenini söyledim.
Adam bana acıdığını söyledi. Anlamadım ve nedenini sordum.
“Sen sakin bir adamsın. Belma ise attığını vurur, acayip eylem planı yapar, yakalanırsa konuşmaz ve çenesi de iyidir. (O sırada gazetelerde Belma’nın bir eli belinde cezaevi savcısıyla konuşurken fotoğrafı çıkmıştı). Nasıl olacak bu iş? Sen yanmışsın abi!”
Belma’nın mektuplarını biriktiremedim, yok etmek zorunda kaldım.
Sekiz cezaevi dolaştım, iki tane isyan yaşadım ve hele de kaçtıktan sonra yanımda ya da kaldığım yerde mektup bulundurmam çok tehlikeli olurdu.
En son 1979 yılı baharında Konya Cezaevi’nde görüştük. O tahliye olmuş, ziyarete gelmişti. Bir daha yüz yüze görüşmedik.
21 Nisan 1980’de kaçtım, Haziran 1981’de Paris’teydim. Telefonunu buldum, konuştuk, defalarca konuştuk. İnsan telefonda fazla bir şey anlayamaz ama işin tadı yok gibi görünüyordu. Hayat yollarımız ayrılıyordu, gelecek için farklı planlarımız vardı, görünen buydu.
1983 yılı sonbaharında yine bir telefon konuşmasıyla ayrıldık. Karşılıklı atışma, sert sözler gibi şeyler olmadı. Geleceklerimiz farklıydı ve iki kişi iki ayrı yoldan gidecekti.
Bu ayrılık bana hayli dokundu ama yapılabilecek şey yoktu.
Aradan 12 yıl geçti. 1995 yılı sonlarında Belma’dan bir faks geldi. Türkiye’ye giden bir arkadaşı Yazın dergisi getirmiş, oradan iletişim bilgilerimi almıştı. (Yazın’ın hem Avrupa’da hem de Türkiye’de yayınlandığı yıllardı).
Yine defalarca telefonla konuştuk. Evliydi, iki çocuğu vardı. Ben de evliydim ama ayrılmak üzereydim. Konuşurken aklıma geldi: Kendisine çok sayıda mektup yazmıştım ve belki bunlardan bir bölümü halen kendisinde duruyordu. Bunların fotokopisini bana gönderebilir miydi?
Olur, dedi. Bir hafta kadar sonra postadan kalın bir zarf geldi. Mektupların en az yüzde 95’inin fotokopileri vardı.
İçerde gelen mektupları biriktiriyor. Aramada el konulur diye tahliye olan ve politik olmayan bir tutukluyla dışarı çıkarıyor. Tahliye olunca sürekli takip altında olmasına karşın mektupları almanın yolunu buluyor. Ülke dışına kaçak çıkarak Kanada’daki akrabalarının yanına gidiyor ve mektupları da götürüyor (1979) ve 1996’ya kadar da saklıyor. Muhtemelen halen de duruyordur.
Neden peki sorusu sorulmalıdır.
Nedeni şu: “O dönem hayatımın en güzel yıllarıydı ve o dönemi seni dışarıda tutarak düşünmek mümkün değil.”
Güzel ama 1977 yılının aksine ikimiz de bambaşka iki insandık artık…
Geçmişin güzellikleri konuşularak ve bunları temel alarak gelecek kurulamazdı, zira bugün ve geleceğe ilişkin düşüncelerimiz, yönelimlerimiz farklıydı.
İlerici bir insandı, eski düşüncelerinden temel olarak vazgeçmemişti, öyle bir durumu yoktu, ama buna rağmen epeyce farklılaşmıştık.
1977’deki Belma’yı hala severim, ama artık yıl başka ve insanlar da başkaydı.
1997 sonlarında artık aramızdaki telefon irtibatının kesilmesi gerekiyordu ve bir daha da konuşmadık.
Engin Erkiner 

Hiç yorum yok: