12 Kasım 2012 Pazartesi

GÜZİN ABLA




Engin Erkiner
Yıllar önce, diyelim ki on yıl kadar önce her gün Hürriyet okurdum.
O zamanlar Almanya haberleri açısından iyi bir gazeteydi, ama benim için önemli bir yazar da vardı gazetede: Güzin Abla. Gazeteyi alır almaz ilk olarak olmasa bile ikinci olarak onun köşesini okurdum.
O zamanki Güzin Abla, birkaç yıldan beri yerini alan kızından daha iyiydi. Ya da şöyle diyeyim: beni Güzin Abla’nın ne söylediğinden ziyade, ona gelen mektuplar ilgilendiriyordu. Bu mektuplar ülkenin insan haritası gibiydi.Mektupların yüzde 90’ından fazlası kadınlardan geliyordu ve bunların büyük bölümü de eşleri tarafından aldatılmayla ilgiliydi. “Ne yapalım?” diye Güzin Abla’ya soruyorlardı.
Bir kadının mektubu özellikle ilginçti ve yaklaşık şöyle diyordu:
Etrafımızdaki ailelerde eşlerini aldatan erkekleri gördükçe ve duydukça, bizim evliliğimizin özel bir karaktere sahip olduğuna inanırdım. Çok sonra öğrendim ki, aslında hiçbir özel yanımız yokmuş ve işin en acı tarafı da bunu en son benim öğrenmem oldu.
Bu kadınlara çok hayret ederdim. Aldatıldıklarını öğrenince fena halde kırılmalarına değil, bu durumu öğreninceye kadar yaşadıkları hayata şaşardım.
Yıllarca, ben diyeyim on siz deyin yirmi yıl, kendileri için neredeyse hiçbir şey yapmamışlar. Çocukları ve eşleri için yaşamışlar ve ardından bu dünya çökünce de ne yapacaklarını şaşırmışlar. Durumu kabullenmeleri mümkün değil, ama ne yapacaklar?
Kendi ifadelerine göre değişik yetenekleri varmış. Hiç birisini geliştirmekle uğraşmamışlar. Ev kadınlığı, çocuklar ve eş derken yıllar geçip gitmiş… Yaş olmuş 40 ya da 45 ve büyük bir boşlukla karşılaşmışsınız. Eski eş gitti, çocuklar büyüyünce doğal olarak gidecekler ve peki sen nesin, kimsin?
Yıllarca kendini geliştirmek için hiçbir şey yapmamışsın ve şimdi buna çok geç kalmış olarak başlıyorsun. O da başlayabilirsen tabii…
İnsan, kadın veya erkek, her ortamda, her beraberlikte kendisi için bir şeyler yapmalıdır. Bunun için kuşku içinde yaşamak, eşini sevmemek gerekmez. Bu bir ilkedir. Her koşulda kendini geliştireceksin ve o zaman ne kadar kötü şeylerle karşılaşırsan karşılaş, dayanma gücün daha yüksek olur.
Kötü bir şeyle karşılaşmayabilirsin de…Kendini geliştirmek, nasıl söyleyeyim, doğal bir iştir. Gelecekte iyi mi kötü mü olacağına göre yapılmaz. Gelecek nasıl olacak olursa olsun yapılır, her durumda yapılır.
Çarşamba günü Frankfurt’taki açlık grevi çadırını ziyaret ettim. Orada beni yıllar önce gittiğim Ulm’daki panelden tanıyan bir arkadaşla karşılaştım. Konuşurken, “açlık grevcileriyle dayanışma için bu çadıra geldiğini ve katıldığını, bunun da kendisini mutlu ettiğini” anlattı. Tamamen aynı fikirdeydim.
“Gayet tabii,” dedim, “devrimcilik sana bir şey vermiyorsa, ötesini boş ver. Sürekli vererek, birilerini kurtarmak için devrimcilik yapılmaz. Devrimciliğin sana bir şeyler verebilmesi gerekir. Ya da senin ondan bir şeyler alabilmen gerekir. Ancak bu tür siyasilik uzun süreli olur.
”Devrimcilik, sol siyasilik önce insanın kendisi içindir. Eğer seni geliştirmiyorsa ya da sen burada gelişemiyorsan, bir süre sonra gidersin. Ya da kalırsın ama yapıyormuş gibi görünerek kalırsın.
Bu işler sadece inançla yürümez, inancın maddi zemininin olması gerekir. Bu maddi zemin de içinde bulunulan sürecin insanı geliştirmesi, kısacası onu mutlu etmesidir.
Aksi durumda, 12 Eylül mahkemelerinde bir devrimcinin sözlerine gelirsiniz:“Biz bu halk için çok uğraştık ama o bizi anlamadı.
”Bunun ardından gelecek söz, “başlarım böyle halka…”dır.
Sadece halk için devrimcilik olmaz, yapılmaz.
Güzin Abla’nın yayınladığı mektuplardaki sorunlar da özünde benzer noktalara işaret ediyordu. Tek fark, bol miktarda şikayet eden kadınların tembel olmasıydı. Kendini geliştirmek, kendin için bir şeyler yapmak zahmetli iştir. Onlar uğraşmamışlar, sonra da “neden böyle oldu” diye soruyorlar.
Emekli olmuş bir aile babasının yazdığı mektubu hala hatırlarım.
Adam önce şimdiki durumunu anlatıyor: çocukları büyümüş, okumuş, meslek sahibi olmuşlar; eşi ile birbirlerini hala seviyorlar, arabaları, yazlık ve kışlık evleri var; zengin değiller ama geçim sıkıntıları da yok.
Ve adam şunu soruyor:
“İçimde bir eksiklik var. Ben yaşadım mı? Ne yaptım bunca yıl? Gençken içimde istekler vardı ve rahat bir hayat uğruna hiç birisini gerçekleştirmek için çalışmadım. Şimdi hayatımın son yıllarında büyük bir eksiklik duyuyorum ve keşke böyle yapmasaydım, keşke o isteklerin peşinden gitseydim diyorum. Ama artık çok geç…”
Adam konuyu gayet güzel anlatmış.
Mesele bu işte!
O isteklerin peşinden gitmek, cesaret ister. O isteklere ulaşabileceğinizin herhangi bir garantisi de yoktur. Bunun yerine rahat bir hayatı, garantili bir geleceği tercih de edebilirsiniz. Bunun tek mahzuru, yıllar sonra hissedeceğiniz eksiklik duygusudur ve buna karşı yapabileceğiniz bir şey de yoktur, zira artık çok geçtir.
İster istemez insan kırk yıl öncesini hatırlıyor.
Temmuz 1972, İngilizce öğretilen Hazırlık Okulu dahil beş yıllık ODTÜ’yü beş yılda bitirmişim. Daha 22 yaşındayım ve bu arada Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu yayın organı İleri dergisinin sorumlu yazı işlerinden, THKP-C’nin gayrı resmi yayın organı Kurtuluş gazetesinin Ali Orhan Yücelalp ve İlhan Kalaycıoğlu ile birlikte çıkarılmasına kadar bir sürü işi de üstlenmişim. Kızıldere olmuş ve şimdi ne yapacağım sorusu karşıma dikilmiş.
En fazla bir yıl içinde ABD’de bir üniversiteye gitmem için karşılıksız burs hazır…
ODTÜ’nün o kadar büyük bir prestiji var ki, bütün yollar size açık…
Hayır, benim isteklerim var, onları yapacağım ya da yapmaya çalışacağım. Aynı karar verme durumuyla 1982’de Paris’te karşılaştım. Fransa’da kalıp kimyada doktora yapabilirim. Zaten iyi İngilizce biliyorum, Fransızcayı da öğrenirim.
İstemedim ve 1972’deki kadar bile düşünmedim.
1972 ya da 1982’de tersi yönde karar vermiş olsaydım, kuşkusuz rahat bir hayatım olurdu ama o eksikliği de sürekli hissederdim.
Ve ben böyle yaşayamazdım.
Aradan kırk yıl geçmiş ve bu kırk yıl bana çok şey verdi. Tabii sadece o vermedi, ben de almasını bildim.
Bir insanın dönüp yıllar öncesine baktığında oradaki kendini tanımakta zorlanması büyük bir mutluluktur. Aynı mutluluğu Yılmaz Güney Siyasi Yazılar’ının  hatırlayamadığım bir cildinde de belirtir: o kadar değiştim ki, eski kendimi tanıyamıyorum, bana yabancı geliyor.
Yılmaz Güney bunu anlatırken oldukça mutludur, okurken bu mutluluğu anlarsınız. Bu konularda oldukça bilinçli bir kadının söyledikleri geliyor aklıma:
“Benim değişik özelliklerim var ve bunları geliştirmek istiyorum. Bu işi kendim yapamam, yapabilecek olsaydım şimdiye kadar yapmış olmam gerekirdi. Ama sen bu işi biliyorsun.”
İnsanın gelişmesi, sahip olduğu özellikleri, yetenekleri geliştirmesi demektir.
Buna insanın kendini gerçekleştirmesi de denilebilir ve felsefe okumaya başladığımda İlkçağ filozoflarının neredeyse tamamının “hayatın amacı ne olmalıdır” sorusuna aynı cevabı verdiklerini gördüğümde son derece mutlu olmuştum: hayatın amacı insanın kendisini gerçekleştirmesidir.
Kendini gerçekleştirmenin değişik yolları vardır ve yaşadığınız topluma, bulunduğunuz döneme göre değişir.
Mesela 1950’de değil de 1970’de doğmuş olsaydım, muhtemelen başka bir gelişme yolu tutardım. Ama anlayışın değişmemesi gerekiyor.
Kendini geliştirmek isteyen o kadının büyük eksiği tembel olmasıydı.
Amaçlarının peşinde koşmak, özelliklerini geliştirmek yoğun bir çalışmayı gerektirir.
Yakalamak istiyorsan kovalamasını bileceksin.
Sonuçta seni bekleyen genellikle zor bir hayattır, ama çaresiz bir eksiklik duygusu kadar da zor değildir.

1 Ekim 2012 Pazartesi

YENİ BİR MEVSİM DAHA AÇILDI…




Son 1-1,5 aydır zaman zaman canım sıkılıyor ve moralim bozuluyordu. Neden diye sorarsanız açıklayamazdım. Bende bazen böyle olur. Suratım asılır ve biraz da sinirli olurum. Bunu bildiğim için özellikle kadınlara bu durumu baştan açıklarım: bende bazen böyle olur. Üzerine alınma, sana karşı yapılan bir şey olarak düşünme… Üzerime varma, geçer.
Aslında bu kez neden böyle olduğunu biliyordum: gelecekte ne yapacağıma bir türlü karar veremiyordum ve bu da beni sinirlendiriyordu. 
Bugüne kadar yaptığım şeyleri zaten yapacağım: sürekli yazı yazacağım, okuyacağım, değişik faaliyetlere katılacağım; ne ki bunlar bana yetmiyor, fazlası gerek ve bu fazlası nedir tam karar verememiştim.
Yüzde yüz olmasa bile önemli oranda karar verdim ve bu da beni ferahlattı. 
Entelektüel derinliğin önemli oranda artırılması bundan sonra önde gelen amaç olacak…
Zor iş, epeyce zor iş ama yapmaya çalışacağım. Yazacağım uzun yazıların ve kitapların bir bölümüne de karar verdim.
Bugün kadar verince üç ay sonra kitap yazılmaz ama yöneliminiz artık bellidir ve ona göre hazırlanırsınız.
Belma’ya mektupların bilgisayara geçirilmesi bitti gibi…
Bundan sonra basılıp baştan aşağıya okunacak, ekleme gerekliyse yapılacak, düzenleme gerekliyse o da yapılacak ve basıma hazır duruma gelecek…
1995 sonlarında 12 yıl aradan sonra telefonla görüştükten sonra yazdığım ilk mektupta sözünü ettiğim olayı unutmuştum.O sıralar Köln’de bir toplantıya çağrılıydım. Psikolog bir kadın göçmenlere yönelik olarak verdiği konferansta nasıl mutlu olunabileceğini anlatmıştı.
Konuşması bittikten sonra kadının yanına gittim ve “mutlu olmak neden gerekli” diye sordum. Ancak mutsuz insan değişebilir ve gelişebilir, mutlu insan buna gerek duymaz. Bu nedenle biraz mutsuzluk önemli bir motivasyondur.
Kadın bana baktı ve “çoğunluğun sizin gibi düşüneceğini sanmıyorum” dedi.
Düşünmesin tabii ki, çoğunluğun ne düşündüğü benim de çok umurumdaydı.
Başarı kazandınız mı çoğunluk sizden olur, merak etmeyin. Hatta düşüncelerinizde yeterince radikal olmadığınız için sizi eleştirir bile…
Üç aydır neredeyse her gün uğraştığım mektupların bilgisayara geçirilmesi işini bitirmiş olmak beni ferahlattı kuşkusuz… Yaklaşık 400 sayfa kadar olacak…
1977-78’de yazdıklarımı okuduğumda kafamda cevabı verilmiş olan bir soruya bu kez başka yönden ve daha açıklayıcı bir cevap buldum.1979 ve özellikle 1980’den başlayarak performansımda büyük artış vardı. Bu artış 1982’de iyice yükselerek dönüm noktasına ulaşmıştı (Paris yılı).
Bunun nedenini merak ederdim. Evet, geçmişin uzun uzun irdelenmesi, eksiklerin saptanması, yeniden düzenlenme; bunlar vardı ama bana bu açıklamada sanki eksik var gibi geliyordu.Konuyu düşünürken eskiden okuduğum ve hoşuma giden bir romanı yeniden okumak istedim: Herman Hesse’nin Bozkırkurdu. Bu kitabın Almancasını bile almış ve biraz okumuştum da: Der Steppenwolf.
Romanın kahramanı içinde iki insanın çatıştığı bir kişidir.Yıllarca kendimle çok uğraşmak zorunda kaldım. Bir yanda bilinen klasik hayattan nefret eden Engin, diğer yanda o klasik hayatta kazanılan değişik özelliklerle sürekli olarak oraya çekilen Engin… 
Bu durum insanı gergin ve huzursuz yapar; sürekli kendinizle mücadele içinde olmanız gerekir.
Bu durum iyi bir eğitim görmüş ve klasik hayatta yukarılarda olabilecek iken başka bir yolu seçen bütün insanlarda vardır.İlker’de aynısı vardı. Mahir’de aynısı vardı.
İyi bir okul bitirmişsiniz, o yıllarda bu tür insanlar da fazla bulunmuyor. Önünüz açık. Size devrimci olmayın diyen de yok, ama kararınca olun…
Öğretim üyeleri arasında sosyalist olursunuz, mühendis olarak meslek odalarına girersiniz; silahlı mücadele gibi işlere girmeyin. Hem çok tehlikelidir ve hem de sonuna kadar gidecekseniz eğer, klasik hayatın yolu tümüyle kapanır.1977-78’de iki Engin arasındaki kavga bitti. Çocukluktan gelen etkileri de katarsak bana uzun zaman ve büyük enerjiye mal olan kavga bitti; iki taraf birbiriyle anlaştı.
Artık beni tutabilene aşk olsun!
Bu gelişmenin de kendi içinde evreleri vardır: büyük çıkış (1982-1995), derinleşme (1996-2007) ve şimdi çok yönlülükte derinleşme olarak da adlandırılabilecek bir evre var. Yapılan isimlendirme yeterince uygun olmayabilir, ama sanırım evreler hakkında fikir veriyordur. 
1983-1995 arasında gerçekleşen gelişme ve değişime beni iyi tanıyan Belma bile şaşırdığına göre; demek önemli değişimler olduğu sadece benim düşüncem değil…
Kendimi iyi hissedince Rolling Stones’un sevdiğim şarkılarından birisi olan Ruby Tuesday’i dinledim, bir daha dinledim, bir daha dinledim…
1970’lerin şarkısı…
Yesterday don’t matter if it’s gone
Gittiyse dün önemli değil…
Dying all the time…
Sürekli ölmek (ve tabii yeniden doğmak).
Dört yıldan fazla zamandır Acilciler tarihi ve bu tarihteki hainin ve ortaklarının ortaya çıkarılması zamanımı aldı ama önemli bir işi de başardık.
Bunun bana zararı da oldu diyebilirim; hayatımda hiç yapmadığım kadar geçmişle uğraştım.
Benim için esas olan hep bugün ve gelecek oldu.
Geleceği geçmişin uzantısı olarak görmedim.
Geçmişi olmayanın geleceği yoktur, sözüne inanmam.
Bu sözü, geçmişe fazla bağlı kalanın geleceği olmaz, olarak yorumlarım. 
Hele de 1990 sonrasında bugün ve gelecek, geçmişin uzantısı olmaktan iyice uzaklaştı.
Geçmişe bağlı kalanlar, orada kaldılar.
1990 aslında sosyalist blokun yıkılması temelinde belirlenen bir tarih ve ülke olarak bizim için geç bir tarih…
Bizde 12 Eylül 1980 öncesinden kopamayanlar o dönemde kaldılar ve hala orada dönüp duruyorlar.
Mary Hopkins adlı bir İngiliz şarkıcı vardır ve onun galiba tek şarkısı da Those were the days adını taşır.
Ne günlerdi, olarak da çevrilebilecek bu isimli şarkıda; gençler meyhanede içerler ve gelecek için büyük planlar kurarlar ve bir bölümünü de yaparlar. Sonra meşgul yıllar (busy years) araya girer: evlilik, çocuk, çalışmak vb. O konuşulanlar unutulup gider ve artık yaşlandıklarında yine aynı meyhanede karşılaştıklarında selamlaşırlar ve o günlerden söz ederler.
Those were the days my friend, we thought they never end

Ne günlerdi, hiç bitmeyeceklerini düşünürdük.
O günler çoktan bitti, ama o günlerin özlemi ve lafı bitmedi…
Dahası, bugünün ve geleceğin yerini alarak bitmedi…
Bizim 12 Eylül gazilerine ne kadar uyuyor, değil mi?
Döndürüp döndürüp o dönemi anlatıyorlar; süsleyip püslüyorlar ve hep aynı şeyleri anlatıyorlar.
Ne günlerdi onlar ama!
O günler bu kadar güzel idiyse 12 Eylül’den sonra neden bozgun yaşandı gibisinden tatsız sorular sormayayım.Onlar orada, ne günlerdi onlar’da kalsınlar…Bazen düşünüyorum ve apayrı düzlemlerde bulunduğumuzu ve bu nedenle de bırakın anlaşmayı, konuşmanın bile mümkün olmadığını görüyorum.
Bu insanların benim için herhangi bir değeri bulunmuyor.Kendi dünyalarında yaşasınlar ama bununla yetinmiyorlar ki…İnsan bazılarını fena yapmak zorunda kalıyor…
İstemiyorum ama dünyayı hala 30 yıl öncesindeki gibi sananlara bazen gerçeği kaba biçimde göstermek gerekiyor.
Bu insanlardan bazılarını seviyorum da…
Bir şeylerin değişmiş olduğunu, düşündükleri gibi olmadığını anlıyorlar, ama kendi dünyalarından da bir türlü çıkamıyorlar.
Eskiden oradan çıkmaları için uğraşırdım, sonra bunun benim çabamla olmayacağını görüp vazgeçtim.
Ruby Tuesday’de güzel bir söz vardır:
O gitti, çünkü değişemedi.
Bazı şeyler geçmişte daha güzeldi, örneğin böyle sözlü şarkılar yok artık…
Eskiden her hafta iki kez sinemaya giderdim. Yıllardır gitmiyorum.
Nerede o derinliği olan eski filmler?
Ama eskisine göre büyük güzellikler de var…
Bir kere açıklık var; eskisi gibi kendini gizleme olanağı yok artık ya da herkesin ne olup ne olmadığı ortada…
Palavralar artık tutmuyor, abartmalar alay konusu oluveriyor.
Bilgi ve deneyimin gerçek değeri şimdi görülüyor.
İnsanlar eskisine göre hayli bilgili ve bu nedenle de şimdi ham bilgi değil bilginin çok yönlülüğü ve derinliği gerekli…
Yeni bir mevsim daha açıldı ve bakalım ne yaparım

Engin Erkiner

5 Eylül 2012 Çarşamba

TÜRK KÜLTÜRÜNDE ÇATIRTI SESLERİ




Engin Erkiner

Hakim Türk kültüründen çatırtı sesleri geliyor. Bu sesler genellikle reddedilir ama bazen bir köşe yazısında birkaç cümleyle ifadesini buluverir.
Yılmaz Özdil’in,  4 Eylül günü Hürriyet Gazetesi’nde yayımlanan yazısı da böyle…
Yazının kendisi bir şey söylemiyor, ama tanıttığı bir kitaptan yaptığı alıntı söylüyor.
1993-1995 yılları arasında Beytüşşebap’ta kaymakamlık yapan Mesut Taner Genç yaşadıklarını bir kitapta anlatmış: “Ateş Hattında-Beytüşşebap Kaymakamı’nın PKK ile Mücadele Günlüğü”.
Özdil bu kitaptan birkaç cümle aktarıyor:
Her insan korkar. İnsani duygudur. Ancak, yüreğimde hissettiğim korku değildi, derin bir sızıydı... Taa Çin sınırlarından Avrupa’nın içlerine ilerleyen millet, çapulcu karşısında acze mi düşmüştü?“
Bu değerlendirmenin 1994’te yapıldığını varsayarsak, gerillaya çapulcu dediğiniz zaman, 1984’ten beri on yıldır onunla savaşan siz ne oluyorsunuz, gibi bir soru üzerinde durmayalım.
Yazar, Türklerin kimliğindeki ciddi bir sorunu özlü olarak anlatmış: Çin sınırından Avrupa içlerine kadar ilerlemiş olan bizler bu duruma mı düşecektik?
Türklerin en çok öğündükleri konu askerliktir, ordunun gücüdür.
Türk yenilmez, sadece yener.
Türkün gücü önünde durulmaz…

Siz başka ülkede kuruluşunun 2500. yılını kutlayan bir kara kuvvetleri olabileceğini düşünebiliyor musunuz?
Askeri tarihimiz Mete Han’dan başlar ve ardından da  gerçekte Moğol olmalarına karşın Hunlarla devam eder.
1960’lı yıllarda ortaokula gitmiş olanlar hatırlayacaktır. Tarih dersinde Birinci Dünya Savaşı anlatılırken, “biz savaşta yenilmedik, müttefiklerimiz yenildiği için biz de öyle kabul edildik“ denirdi.
Yıllar sonra Birinci Dünya Savaşı’nda hem İngiltere’ye hem de Rusya’ya karşı fena halde yenildiğimizi öğrendiğim zaman çok şaşırmıştım.  
Hepimiz bu eğitim ve sosyalizasyonla büyüdük. Sonraki yıllarda öğrendikçe kendini bundan kurtarabilenler de oldu, öğrendiklerini tekrarlamaktan öteye gidemeyenler de oldu.
Beytüşşebap eski kaymakamı bu eğitimin mağdurlarından birisi gibi görünüyor.
Tarihimiz yalanlarla dolu, askeri tarih de böyle…
Örneğin zamanın Çin İmparatorluğu ile savaşa giren Orta Asya Türkleri genellikle kaybetmişlerdir. Tarih kitaplarımızda bu yenilgiler “bizi birbirimize düşürdüler, hileyle yenildik“ diye açıklanırdı.
Ardından Çarlık Rusyası gelir…
Osmanlı, 1711’deki Prut Savaşı dışında bu ülkeyle girdiği savaşların tümünü kaybetmiştir.
Türk halkının büyük bölümünün Ruslardan hoşlanmaması sosyalizmden sonra başlamamıştır, öncesi de vardır.
Çarlık Rusyası Türkün askeri çapının sınırlarını göstermiştir ve bunu da çok kere yapmıştır.
Turgut Özal, “Komünizm Fransa kaynaklı olsaydı daha kolay benimsenirdi“ derken gerçekte bunu anlatmak istemişti.
PKK’nin birkaç aydır süren eylemliliği milliyetçilikten gözü dönmüş olanlarda bile “bu ordu, bu polis nasıl bu duruma düşer? Öğrendiklerimiz yanlışmış galiba…“ düşüncesini uyandırdı.
Kim daha çok zayiat verdi konusu üzerinde durmayacağım.
Açık olan bir şey var: Kürdistan’da bazı yörelere ordu kara yoluyla ulaşamıyor.
Askeri konularla biraz ilgilenenler bile şunu bilir: bir yere piyade giremiyorsa, orada ciddi bir denetim zaafı var demektir.
Tipik Türk insanının kafasında bir şeyler sarsılıyor. Sarsılan herhangi bir konu değil; rejimin yıllardan beri verdiği ve medya yoluyla sürekli tekrarladığı eğitimin önemli bir parçasıdır: Türk kazanır, Türk üstündür, Türk yenilmezdir…
Temel bir inancın yıkılması tipik Türk insanını kolaylıkla saldırganlığa götürebilir. Bunun örneklerini de görüyoruz. 
 Ülkenin değişik bölgelerinde Kürtlere yönelik saldırıların genellikle devlet kaynaklı olduğunu sanmıyorum. Potansiyel var, öfke var, büyük hayal kırıklığı var…
Böyle durumlarda en kolay yol, silahsız olana, kendini savunma imkânı az olana saldırmaktır.
Hakim Türk kültürünün temellerinden birisi çatırdıyor.
İtiraz edilecektir, gerekçeler bulunacaktır, “şöyle yapmalıydık“ diye yollar gösterecektir…
Bunların hepsi olacaktır ve bir gün çatırtı artık gizlenemez duruma gelecektir.
Bu durum Türklerin kendi tarih efsaneleriyle hesaplaşması için iyi bir başlangıçtır.