27 Eylül 2013 Cuma

CASABLANCA


Engin Erkiner
Hiç değişmeyen sabitlerim vardır. Bunlardan bir tanesi de sevdiğim filmleri sürekli olarak yeniden izlemektir. 
Marlon Brando ile Jane Fonda’nın başrollerinde oynadıkları The Chase (Kovalama veya Takip de denilebilir, Türkçede Kaçaklar adıyla oynatılmıştı)) filmini ilk kez 1974’te Ankara’da izlemiştim. Küçük bir Amerikan kasabasındaki bir hafta sonunu anlatan film; bu kasabalı olan ve hapisten kaçan ve yolu o civara düşen kişinin izlenmesi ve avlanması, ırk ayrımı gibi konuları işliyordu. O günden beri sanırım sekiz kere izledim, yeniden de izleyebilirim.
Bir başka filmi, Quemada (Kanlı Ada adıyla oynadı) ilk kez 1975’te yine Ankara’da izlemiştim. Film yasaklanmış ama Danıştay kararıyla oynatılmıştı. Başrolde yine Marlon Brando vardı, öteki kişinin adını değil de filmdeki adını hatırlarım: Jose Dolores. Quemada Antiller’de bir adadır ve Portekiz sömürgesidir. Bir İngiliz ajanı (M. Brando) isyan çıkarmak ve Portekiz yönetimini devirmek için adaya gider. Öfkeli insan aramaktadır ve J. Dolores’i bulur. Ona ve adamlarına tüfek kullanmasını öğretir. Bir karakol baskınından sonra olaylar büyür. Bu sahnede Dolores’in elinde silah söylediği Frantz Fanon’u hatırlatan bir cümle vardır: Portekizli de öldürülebilir.
Sömürge yönetimi devrilir, ardından ada İngiltere’nin yeni sömürgesi olacak ve ajan da adadan gidecektir.

Yıllar sonra adada yeniden isyan çıkar. Bu kez yine Dolores önderliğinde İngiltere’ye karşı ayaklanma vardır. Ajan yine göreve çağrılır. “Gerilla suda balıktır” diyerek suyu kurutmaya yönelir. Adadaki çok sayıda orman yakılır ve sonunda Dolores yakalanır, isyan bastırılır.
Dolores’in öldürülmesini ve böylece de efsane olmasını engeller.
Dolores idama mahkum olur. Son gecesinde M. Brando yanına gelir, ellerini çözer ve kaçmasını ister. Biraz önce adanın başlıca yöneticileri ve iş adamlarıyla yaptığı toplantıda onları Dolores’in kaçması gerektiği konusunda ikna etmiştir. Dolores idam edilirse efsane olur. Bunu engellemek için kaçmasına ve adayı terk etmesine göz yumulması gerekir. Kaçmasının ardından “bizimle işbirliği yaparak kaçtı” açıklaması yapılacaktır.
Dolores kaçmayı reddeder ve idam edilir. Ajan bunu bir türlü anlayamaz. Adayı terk etmek üzere gemiye binerken rıhtımdaki hamallar tarafından öldürülür.
Bu filmi de dört kere izledim. Televizyonlarda sürekli gösterilir ve kaçırmam. Yine gösterilse yine izlerim.

Casablanca’yı çok geç izledim. Herhalde 5-6 yıl kadar olmuştur, o kadar. Bir sinema klasiği olan bu filmi neden bu kadar geç izledim, bilmiyorum. Kadın-erkek arasındaki aşk çerçevesinde dönen filmleri sevmem, belki bu nedenle izlememişimdir.
Filmi izlediğim zaman çok hoşuma gitti. Evet bir aşk hikayesi vardı ama ana konu bu değildi. Humphrey Bogart-Ingrid Bergman filminde herkes kendine göre bir şey bulurmuş. Aşk, dostluk, arkadaşlık, Nazilere karşı mücadele ya da filmin meşhur müziği: As Time goes by (zaman geçerken).

Ben filmde bambaşka bir şey buldum ama önce kısaca filmi anlatayım:
Bir Çek direnişçisiyle Amerikalı bir kadın evlenmiştir. Sonra adam gestapo tarafından yakalanır ve öldü haberi gelir. Kadın, Paris’te Bogart ile tanışır ve birbirlerini çok sevdikleri bir ilişkileri olur. Bu arada Fransız ordusu yenilmiş ve Naziler Paris’e girmek üzeredir. Akşam Paris’ten Marsilya’ya giden trende buluşmak için sözleşirler ama kadın gelmez. Kocasının ölmediğini ve Gestapo’nun elinden kurtularak Paris’e geldiğini haber almıştır. 
Kadın kocasıyla birlikte Fas’a ve burada Casablanca’ya kaçar. 

Bu yol, 1940’lı yallarda Nazilerden kaçmak için kullanılan klasik bir yoldur. Fransa’nın güneyine gelinmesi, buradan ya İspanya’ya geçilmesi ve ya oradan ya da doğrudan Fas’a gidilmesi… Frankfurt Okulu’nun tanınmış isimlerinden Walter Benjamin Fransa’nın güneyinde sınırı geçemediği için intihar edecektir.
Bogart da aynı kentte tanınmış bir gazino işletmektedir. Kadın gazinoda Paris’te Bogart’ın yanında tanıdığı siyah piyanisti görür ve ondan parçaları olan As time goes by’ı çalmasını ister. Adam, bu parçanın burada çalınması yasak, der. Kadın ısrar eder. Bogart üst kattan parçanın çalındığını duyunca hışımla aşağıya iner ve kadınla karşılaşırlar.
Kadın durumu açıklar. Zor bir açıklamadır bu. Kendisi de eşinin öldüğünü sanmıştır ama böyle olmadığını öğrenmiştir. Şimdi ona ABD’ye seyahat vizesi gerekmektedir.
Bogart’ta bazı karışık ilişkilerden elde ettiği böyle bir vize vardır ama önce bunu gizler.
Gestapo kadının eşinin peşindedir. Tutuklanması an meselesidir. Adam Bogart’ın İspanya iç savaşına katılmış olduğunu öğrenir ve “aslında aynı saftayız” der. Bogart ise artık politikayla ilgilenmediğini belirtecektir.

Sonuçta vizeyi onlara verir. Adam gitmek istemez ve Bogart’ın Bergman ile gitmesini ister. Bogart, hayır sen gideceksin, der. Havaalanında vedalaşırlar. Bir daha görüşmeyeceklerdir. Uçak kalkarken Gestapo görevlisi yetişir ve uçağın kalkmasını engellemeye çalışır. Bogart adamı hem de kentin Fransız emniyet müdürünün önünde öldürür. 
Emniyet müdürü bakar ve “Sadece bir yurtsever değilsiniz, ne kadar romantik bir insansınız” der. Adamlarını çağırır ve “bilinen şüphelileri tutuklayın” der. 
İkisi kol kola havaalanından çıkarlarken uçak da havalanmıştır.
Filmin beni en çok etkileyen yanı, aynı kadını seven iki erkek arasındaki dostluktur. 
Kadının eşi kalmak ister ki Gestapo’nun eline düştüğünde öldürüleceğini bilmektedir. Buna rağmen bu tutumu alır. Bogart kabul etmez ve uçağı engellemeye çalışan Gestapo subayını Emniyet Müdürü’nün önünde öldürür. Bu eylemin sonucu ölümdür ama Müdür, ne kadar romantik bir insansınız, der ve film biter. 

Sadece iki kere izleyebildim ama bu film daha oynar ve ben de kaçırmam.
Yeni filmlerden hoşlanmadığım için eskiden çok gittiğim sinemaya gitmiyorum. Son olarak galiba beş yıl önce Der Untergang adlı Hitler’in sığınağındaki son günlerini anlatan filme gitmiştim. Arada Anna Karenina’nın yeni versiyonu oynadı, gidemedim. Hannah Arendt’e de gidemedim. 
Neyse, bunlar yeniden oynar. 


5 Eylül 2013 Perşembe

MEKTUPLAR YAZMIŞTIM…



60 yaş civarında olanlar iyi hatırlar; bir zamanlar çok mektup yazılırdı. Telefon bu kadar gelişmemişti ve daha da önemlisi internet yoktu. Mektup sadece önemli bir iletişim aracı değil, aynı zamanda edebi bir türdü. Bu nedenle çok sayıda yazarın mektupları aradan yıllar geçmiş bile olsa yayınlanırdı.
Bu tür neredeyse bitti sayılır. Artık kimse kimseye uzun uzun mektup yazmıyor…
Bir dönem çok mektup yazdım, aslında buna sadece yazdım demek daha doğru olur.
Hapishanedeyken yazmak benim için büyük oranda mektup yazmaktı.
Yazmak, küçük yaşlardan beri beni ferahlatır. Sıkıntılı olduğum zamanlarda özellikle çok yazarım. Çocuk yaştan beri yazmakla ilgili olarak çok çalıştığım için fena da yazmam hatta iyi yazarım bile diyebilirim.
Okumadan yazmanın mümkün olmadığını, yazmanın kağıt –ya da internette ekran- doldurmaktan ibaret olmadığını da çok erken öğrendim.
Yazıyorsan, söyleyebileceğin, anlatabileceğin bir şeyler olmalı…
Yazmak aynı zamanda bir karakterin bir dönemdeki durumunun yazıya dökülmesidir.
Bunu bildiğim için, yazının arkasını okumak olarak tanımladığım şeyi de bilirim.
Yıllar sonra kendi yazdıklarımı okuduğum zaman orada şimdikinden farklı hatta bambaşka bir kişiyi gördüğüm bile olur.
Kendime şaştığım bile olur, bu ben miyim diye…
Mektuplardan söz ediyordum…
1977-1978 yılları arasında, yaklaşık bir yıllık dönemde hapishaneden çok mektup yazdım. Bu dönemde mektup yazmak, benim kendimle konuşma biçimimdi. Kimisi yatarak düşünür, kimisi dolaşarak… Benim için en iyi düşünme biçimi ise yazmaktır, çünkü yazarken kafam farklı çalışır. O kadar ki, yazmadan önce aklımda olmayan şeyler yazarken aklıma gelir.
İnsanın büyük olayların içinden çıkıp gelen önemli bir değişim döneminde, geçmişini ve dönemini bir kadına yönelik ve karşılığı da olan büyük bir sevginin içinden bakarak yazması, bu mektupları fazlasıyla ilginç kılar. 
El yazısıyla yazılmış olan mektupları bilgisayara geçiriyorum, bitince de basmayı düşünüyorum.
Yaklaşık 350 sayfalık bir kitap olacak…
Bu niyetle başladım ve yaklaşık 170 kitap sayfası kadar da yazdım. Sonra aradaki bazı tekrarları yayınlamak gerekir mi diye düşündüm. Bunları çıkaracağım. Birkaç mektup yarım olarak bana ulaşmış, neyin anlatıldığı tam anlaşılmıyor; bunları da çıkaracağım ve yine de en az 300 sayfalık bir kitap ortaya çıkacak.
Bunlara mektupların yüzde 85-90’ı da diyebilirim.
Bu mektupların önemli bir başka özelliği, “hapishane mektupları” olmalarıdır.
Büyük oranda bir hapishaneden (Isparta) ötekine (Sağmalcılar) yazılmışlardır.
Az sayıda mektup Sağmalcılar içinde yazılmış ve uzun konuşma imkanı olmadığı için ziyaret yerinde elden verilmiştir…
Yine az sayıda mektup ziyaretçi vasıtasıyla dışarıdan postalanmıştır…
Bu farklıklar mektupların sonuçta içerden yazıldıkları gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Mektupları el yazısından bilgisayara geçirirken her tarafa yayılmış ana fikri görmemek mümkün değildi.
Hayatın bir dönemi bitmiş, başkası başlıyor. Bilinçli bir değişim var; neler eksik, neden eksik ve nasıl tamamlanabilirler? Mektupları yazan özne bunun oldukça iyi farkında, karşısındaki kadın da bunu anlamış ve uzakta da olsa varlığıyla ona destek oluyor.
Daha yaşın kaç, 27; hayatın bir dönemi bu kadar erken mi bitti?
Evet, çünkü bütün hayat önemli şeyler yapmaya ve ardından da ölmeye göre kurgulanmıştı.
Önemli işler yapıp yaşayabilirsiniz de, ama o dönemin psikolojisi öyleydi.
68 kuşağının önde gelen isimleri öldüler ve ardından birlikte yola çıktığım insanlar da peşpeşe öleceklerdi. Bütün bunlar insandaki ölüm duygusunu güçlendiriyor.
Andre Malraux’nun İnsanlık Durumu adlı romanında şöyle bir cümle vardır: “25 yaşındaydı ve anılarını mezarlar dolduruyordu.”
Benim durumum da çok farklı değildi…
Ölmek önemli değil, ölmeden önce nasıl yaşadığın önemlidir.
Madem erken ölmem kaçınılmaz görünüyor, o zaman bu kısa hayatta gücünü sonuna kadar harcayarak, zorlanma derecene bakmadan olabildiğince fazla şey yapmalısın.
Geç girdiğim 68 hareketinin ön planda olmayan ama varolan isimlerinden birisi oldum, ODTÜ’yü bitirdim, yüksek lisans yaptım, askere gittim, üç yıla yakın devlet memuru olarak çalıştım, evlendim ve çocuk sahibi oldum, adı yıllar sonra bile hatırlanacak önemli bir örgütün kurucularından birisi oldum, bu örgütün yıllar sonra bile unutulmayan ve bir dönemden kalan en önemli yapıt olarak da değerlendiren temel belgesini yazdım, başka bir kadına sırılsıklam aşık oldum…
Yaş kaç, 27!
Mektuplarda açık olarak ifade edilen; bu hayat burada bitse bile önemli değil, ben yapacağımı yaptım, anlayışı bu temelde şekilleniyor.
Bütün potansiyellerini harcamış ama yapacağını da yapmış ve doğal olarak bitkin, kendini bomboş hisseden bu insanın değişmesi gerek…
Ben bu kadına tutunarak doğruldum.
Mektuplar gerçekte kendimle konuşmalarım, tartışmalarımdır. Sevdiğim bir kadının bunları ciddiyetle okuması ve düşüncesini de yazması değişim sürecimi hızlandırdı.
Normalde sinirli bir insan değilimdir, ama hapishaneye girmeden önceki aylarda üzerimdeki yük o kadar ağırlaşmıştı ki, günlük yaşamda bile sinirli birisi olmuştum. Bazen anlamsız hareketler yapıyor ve hatta öfke patlamaları yaşıyordum. Bunlardan birkaç tanesi de Belma’ya rastlamıştı. Gerçi kısa süre sonra yaptığımın manasızlığını anlıyor ve yanlış yaptığımı belirtiyordum, ama yine de yapılmış oluyordu.
Mektuplarda bu nedenle geçmişe yönelik olarak özür dilediğim yerler var. Elimde değildi ama yaptığım çıkışın gerçekten manası yoktu…
Gelen cevabı hatırlıyorum: “Hayatımda hiç kimse bana bağırmadı. Sen bağırınca kızamadım ve neden kızamadığımı da önce anlamadım. Sonra anladım: Bu adam için değer.”
Isparta cezaevinde bir mahkumun bana söylediklerini de kendisine yazmıştım.
Belma, Hürriyet’in uydurduğu isimle “Bombacı Leyla” Acilcilerin en tanınmış kişisiydi. O kadar ki, ülkenin her yanından mektup alıyor, İstanbul’da tanımadığı kadınlar aralarında toplanıp kendisini görmek için ziyarete geliyorlardı.
Belma’dan bana sık mektup gelmesinin nedeni merak eden bir mahkum sordu, ben de nedenini söyledim.
Adam bana acıdığını söyledi. Anlamadım ve nedenini sordum.
“Sen sakin bir adamsın. Belma ise attığını vurur, acayip eylem planı yapar, yakalanırsa konuşmaz ve çenesi de iyidir. (O sırada gazetelerde Belma’nın bir eli belinde cezaevi savcısıyla konuşurken fotoğrafı çıkmıştı). Nasıl olacak bu iş? Sen yanmışsın abi!”
Belma’nın mektuplarını biriktiremedim, yok etmek zorunda kaldım.
Sekiz cezaevi dolaştım, iki tane isyan yaşadım ve hele de kaçtıktan sonra yanımda ya da kaldığım yerde mektup bulundurmam çok tehlikeli olurdu.
En son 1979 yılı baharında Konya Cezaevi’nde görüştük. O tahliye olmuş, ziyarete gelmişti. Bir daha yüz yüze görüşmedik.
21 Nisan 1980’de kaçtım, Haziran 1981’de Paris’teydim. Telefonunu buldum, konuştuk, defalarca konuştuk. İnsan telefonda fazla bir şey anlayamaz ama işin tadı yok gibi görünüyordu. Hayat yollarımız ayrılıyordu, gelecek için farklı planlarımız vardı, görünen buydu.
1983 yılı sonbaharında yine bir telefon konuşmasıyla ayrıldık. Karşılıklı atışma, sert sözler gibi şeyler olmadı. Geleceklerimiz farklıydı ve iki kişi iki ayrı yoldan gidecekti.
Bu ayrılık bana hayli dokundu ama yapılabilecek şey yoktu.
Aradan 12 yıl geçti. 1995 yılı sonlarında Belma’dan bir faks geldi. Türkiye’ye giden bir arkadaşı Yazın dergisi getirmiş, oradan iletişim bilgilerimi almıştı. (Yazın’ın hem Avrupa’da hem de Türkiye’de yayınlandığı yıllardı).
Yine defalarca telefonla konuştuk. Evliydi, iki çocuğu vardı. Ben de evliydim ama ayrılmak üzereydim. Konuşurken aklıma geldi: Kendisine çok sayıda mektup yazmıştım ve belki bunlardan bir bölümü halen kendisinde duruyordu. Bunların fotokopisini bana gönderebilir miydi?
Olur, dedi. Bir hafta kadar sonra postadan kalın bir zarf geldi. Mektupların en az yüzde 95’inin fotokopileri vardı.
İçerde gelen mektupları biriktiriyor. Aramada el konulur diye tahliye olan ve politik olmayan bir tutukluyla dışarı çıkarıyor. Tahliye olunca sürekli takip altında olmasına karşın mektupları almanın yolunu buluyor. Ülke dışına kaçak çıkarak Kanada’daki akrabalarının yanına gidiyor ve mektupları da götürüyor (1979) ve 1996’ya kadar da saklıyor. Muhtemelen halen de duruyordur.
Neden peki sorusu sorulmalıdır.
Nedeni şu: “O dönem hayatımın en güzel yıllarıydı ve o dönemi seni dışarıda tutarak düşünmek mümkün değil.”
Güzel ama 1977 yılının aksine ikimiz de bambaşka iki insandık artık…
Geçmişin güzellikleri konuşularak ve bunları temel alarak gelecek kurulamazdı, zira bugün ve geleceğe ilişkin düşüncelerimiz, yönelimlerimiz farklıydı.
İlerici bir insandı, eski düşüncelerinden temel olarak vazgeçmemişti, öyle bir durumu yoktu, ama buna rağmen epeyce farklılaşmıştık.
1977’deki Belma’yı hala severim, ama artık yıl başka ve insanlar da başkaydı.
1997 sonlarında artık aramızdaki telefon irtibatının kesilmesi gerekiyordu ve bir daha da konuşmadık.
Engin Erkiner 

Her büyük isteğin bedeli var


Engin Erkiner


Bir hafta önce Brüksel’de Doğan Özgüden ve eşi İnci Tuğsavul ile ilgili bir yemek düzenlendi. Yemeğe “Doğan abinin sevdiği kişiler” olarak Almanya’dan birkaç kişi gittik.


Gazetecilikte 50. yılını geride bırakmış, eşiyle birlikte neredeyse 40 yıldır da sürgünde yaşayan Doğan Özgüden’in, anılarının sürgün öncesini anlattığı ilk cildi, Vatansız Gazeteci adıyla kısa süre önce yayımlandı.


Her kuşağın bilinen insanları vardır. 68’liler için Doğan Özgüden bunlardan birisidir.


1965 sonrasında sosyalistler denildi mi, akla Akşam Gazetesi gelirdi.


Bu gazetede Çetin Altan’ın Taş isimli bir köşesi vardı ve neredeyse her yazısı olay olurdu.


Gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Doğan Özgüden idi.


Baskılar sonucu gazeteyi bırakmak zorunda kaldıktan sonra ANT dergisi ve yayınlarını kurdu.


Bu ülkenin sol basınında Kürt sözcüğünü ilk kez kullanan bu dergidir.


OYAK’ı deşifre eden, Subay Holding, Kapitalistleşen subaylar işçileri yargılayamaz başlıklarıyla hiç birimizin o dönem bilmediği kutsal Türk ordusunun gerçek örgütlenmesini ortaya koyan da yine bu dergidir.


Ordu sadece hakim sınıfların baskı aracı değil, aynı zamanda hakim sınıfın da bir parçasıydı.


ANT Yayınları, Latin Amerika’daki gerilla savaşıyla ilgili çeviri kitaplar yayımlar.


Douglas Bravo’nun Milli Kurtuluş Cephesi bunlardan bir tanesidir.


1971’in ilk aylarında ODTÜ’ye gelen ve kısa sürede satılan bir kitabı almıştım. Yazarı Carlos Marighella, adı Şehir Gerillası…


Kitabın kahverengi kapağı özellikle dikkatimi çekmişti: Üzerinde yuvarlak bir delik vardı, kurşun deliği…


Yıllar sonra bu kapağı, usta bir mizampajcı olan İnci Tuğsavul’un yaptığını öğrenecektim.


12 Mart 1971 darbesinden sonra bütün dostları Özgüdenlere “gidin buradan” derler.


Genelkurmay kendisine bu yapılanı unutmayacaktır ve zaten Özgüden’i çağırıp tehdit de etmişlerdir.


Gidiş o gidiş…


Bugün hala hakkında çok sayıda dava bulunuyor.


TC’nin Belçika Büyükelçisi işi Özgüdenleri hedef gösterecek kadar ileriye götürdü.


Neden, çünkü sürekli faaliyet içindeler.


Yıllardan beri Türkiye’deki baskıları teşhir eden İngilizce ve Fransızca aylık bir yayın organı yayımlıyorlar. Hemen her önemli toplantıya konuşmacı olarak çağrılıyorlar.


Yemekli toplantıda çok kişi söz alıp bir şeyler söyledi.


Ben de İnci Tuğsavul’un kapağını yaptığı Şehir Gerillası kitabıyla nasıl tanıştığımı ve yıllar sonra bile bu kapağı unutamadığımı anlattım.


Birkaç konuşmacı, yerinde olarak, İnci ablanın (70 yaşında) Doğan Özgüden’in (76 yaşında) hayatındaki büyük önemini belirtti.


Bazıları daha da ileriye giderek, “İnci abla olmasaydı, Doğan abi de olmazdı” dediler.


Yanımda oturan Avrupa Barış Meclisi’nden bir kadın kulağıma eğilerek, “Abartıyorlar, dedi. Adamda çap varmış ki, yapmış. İnci abla çok önemli, ama herhangi bir adama büyük destek olsan ne olur…”


Doğru bir değerlendirme…


Çaplı iki insanın birbirini bulması ve zor bir hayat yolunda birlikte yürümeleri ender rastlanan bir durum…


46 yıldır evliler…


Doğan abiye hediye olarak güzel bir defter alınmıştı ve katılan herkes de sayfalara bir şeyler yazdı.


“Hayatta büyük işler yapmak isteyen bir erkeğin en büyük şansı, birlikte yürüyebileceği bir kadına rastlamaktır” diye yazdım.


İnci abla, “dört yıl adamın peşinde koştum” demişti, ama zahmetine değmiş…


Bedel ödemeyi sadece hükümete, rejime karşı çıkmak kapsamında görmemek gerek…


Almanya’nın bazı tanınmış bilim adamlarının doğru dürüst aile hayatı olmamıştır.


Adam üretiyor, kadın fazlasıyla ilgi bekliyor ve tabii bu iş yürümüyor.


İkisi birlikte olmuyor, ikisinden birini seçmek zorundasın.


Adam istediği gibi üretemezse, kendisi huzursuz olacak; istediğini yapar ve iç huzuruna sahip olursa, kalıcı bir ilişki kuramayacak.


Bu insanlar hapse girmiyor, sürgüne gitmiyorlar ama başka türlü bir bedel ödüyorlar.


Hangi yolu seçerseniz seçin, zor iş…


İkisinin birlikte olması ise ender görülen bir durum…


Bu ender durum da ancak ayrı ayrı güçlü üretme kapasitesine sahip olan kadın ve erkeğin birlikteliğinde ortaya çıkıyor.

KENDİNİ YIKMAK!


Engin Erkiner

Kendimde biraz inşaat işlerine girişmem ve bir oranda yıkmam gerekiyor.
Gelişen insan sürekli bir şantiye gibidir; sürekli değişir, sürekli eklemeler yapılır.
Yıkımdan kastettiğim ise biraz farklı…
Burada söz konusu olan kişinin hatalarını düzeltmeye, eksiklerini tamamlamaya çalışması değil…

Bu bölüm, şantiye kapsamına girer.
Yıkım daha ayrı ve zor bir iş…

Sizi bir dönem başarıya taşımış özellikler vardır ve onlardan bazılarını belirli oranda yıkmanız ya da törpülemeniz gerekmektedir.

Neden, diye sorarsanız, engel olabilmektedirler de ondan…
Bunları törpülemek, hataları düzeltmekten daha zordur.

Sonuçta yıllarca onları siz besleyip büyütmüşsünüz ve ek olarak da onlarla başarılar kazanmışsınız ve şimdi onlardan bir oranda vazgeçmeniz gerekiyor.
İnsan böyle bir yıkıma karşı elinde olmayan bir direniş gösterir ve istese bile bu yıkımı birdenbire yapamaz.

Törpülemem gereken yanlardan bir tanesi, aşırı özgüven…
Bu özellik bana çok yararlı oldu, ama yeni alanlara yönelirken zararlı oluyor.
İnsan bir işe girerken başaracağından bu kadar emin olmamalıdır.
ODTÜ’de öğrenciyken bazen moralimi bozmak için Orhan Gencebay dinlerdim.
Moralim çok iyiydi ve bu kadarı fazlaydı.
Şimdi de benzerini yapmam gerekiyor.

Törpülenmesi gereken bir başka özellik, kolaylıkla bir savaş makinesi haline gelebildiğimin farkındayım. İnsanlarla mücadelede kolaylıkla kendimi kaybedebiliyorum. Bu da bende sürekli teyakkuz durumunda yaşamayı alışkanlık haline getiriyor.
Bu iyi değil…
Aslında sürekli ona buna bulaşan birisi değilim, ama bazen insanı mecbur bırakıyorlar ve karşılarındaki saldırı kapasitesini görünce de hayli şaşırıyorlar.
Keşke böyle bir şey hiç olmasa…
Sonuçta insan, yaptıkları temelinde gelişir, ileriye gider; başkalarını ezerek ileriye gitmez.
Böyle yazdım ama şunu da iyi biliyorum ve son günlerde daha da iyi anladım:
Savaş makinesi her zaman harekete geçmeye hazır olmalıdır.

Bu makine daha da yetkinleştirilmelidir.
Özellikle anında müdahale ve hızlı saldırı birlikleri modernize edilmelidir.
Yeterince iyi değiller…

Bu durumda insanın bir bölümü sürekli teyakkuzda durur ve bu da yeter.
Bir başka yapılması gerekli iş, geçmişle ilgilenmeyi azaltmaktır.
Hayatımda son üç yıldır olduğu yoğunlukta geçmişle hiç ilgilenmemiştim.
Nietzsche’nin “gelecek de en az geçmiş kadar bugünü belirler” saptamasına hayatım boyunca sadık kaldım ve hep ileriye baktım. Geçmiş bugünü etkiler, ama bugün asıl olarak gelecek üzerinden kurulur.
Bu ise sizin önemli hedeflerinizin olması demektir.
Son üç yıldır bu durumdan uzaklaştım ve yeniden oraya dönmem gerekiyor.
Geçmişin insanları, eğer mecbur kalmazsam, beni ilgilendirmiyorlar.
Geçmiş ilgisini bile genele sıçratmak gerek…
Örneğin sol içi şiddetin incelenmesi gibi…

Eğer insanlar yıllardan beri kendi köşelerinde oturuyorlar ise, ne yaptıkları da beni ilgilendirmez.
Filanca için “melek gibi birisidir” mi deniliyor, yoksa “tefecilik yapıyor” mu deniliyor. Hangisi doğrudur, beni hiç ilgilendirmiyor.
En az yirmi yıldır köşesinde yaşayan bir insanın ne olduğuyla neden ilgileneyim?
Bizim sol bu tür ilgilerle ömür tüketiyor ve bu alanda bulunarak insan üretemez, sadece ömür tüketir.
Buraya fazla girerseniz, yeniyi öğrenmekte yavaş kalırsınız. Çünkü, düzey olarak o kadar ileridesiniz ki, öğrenmesem de olur, diye düşünebilirsiniz.
İnsan ister istemez etkileniyor ama bu insanları ölçü almamak gerekir.
Törpülenmesi gerekenler hatalar ve eksikler olmayınca, insan yapısal olarak bu uygulamaya karşı direniyor.

Mecburen biraz yavaş hareket etmek gerekiyor…
Bitirirken, artık daha az şaşırmayı da öğrenmem gerektiğini düşünüyorum.
Hayatım boyunca beni en çok şaşırtan şey, insanların kişilik sefaleti oldu.
Bazı insanların bu kadar düşeceklerini tahmin edemezdim.

Büyük amaçları olan insanların bu kadar çabuk çökeceklerini tahmin edemezdim.
İlk başarısızlıkta her şeyi bırakan insanları görünce önce çok şaşırdım ve sonra gördüm ki, normal olan budur: çok sayıda insan ilk başarısızlıkta bırakır. Bir kere düştü mü bir daha kalkamaz.
Herkes hayatta iyi bir şey yapabilir. Önemli olan iyiyi uzun erimli yapabilmektir.
Esas zor olan budur.

İnsanların ilk zorlanmada nasıl çöktüklerini gördüğümde çok şaşırdım.
İddialarına, büyük amaçlarına bakarak ben de bunları bir şey sanmıştım.
Evet, herkesin eksikleri vardır, hiç kimse istediklerinin tümünü yerine getiremez, ama bu kadar da çabuk vazgeçilmez ki…

Demek ki, insanların ağırlıkla iyi yanlarını değil, sefil yanlarını da iyi görmem gerekiyormuş…
Sürekli olarak insanın bireyleşmesini savundum.
Küreselleşmenin içinde bulunulan aşamasında insan daha fazla bireyleşti…
Ve şu bireydeki sefalete bakar mısınız!

JOAN BAEZ


Engin ERKİNER




Biraz önce Joan Baez’in, bu üniversite yıllarından beri sevdiğim şarkıcının 70 yaşına bastığını öğrendim.


Onun şarkılarıyla ilk kez 1968’de ODTÜ’de Hazırlık Sınıfının ikinci yarısında iken, artık İngilizceyi rahatlıkla anlayabildiğim dönemde tanışmıştım.


Haftada 30 saat İngilizce eğitiminin bir bölümü de laboratuara ayrılmıştı. Kulaklıkla İngilizce şarkılar konuşmalar dinlerdiniz ve sonunda ne kadarını anladığınızın kontrol edilmesi amacıyla sınava girerdiniz.


İki tane dinletiyi hiç unutmam.


İlki, Jules Verne’in Round the world in eighty days (80 Günde Devrialem) kitabıydı. Parça parça dinletilirdi.


İkincisi ise, Joan Baez’in bir şarkısıydı: The House of the rising sun. (Güneşin doğduğu ev, olarak çevrilebilir).


Joan Baez’in seçilmesinin nedeni, son derece anlaşılır sözlerle şarkı söylemesiydi.


1960’lı yıllarda gitar eşliğinde ve esas olarak söze ağırlık vererek yapılan müzik bütün Batı ülkelerinde son derece popülerdi.


O yılların Alman şarkıcılarında da aynı yöntem var.


Protesto müziğinin en iyi tarzı budur.


Fazla müzik yok ve ağırlık sözlerde, sözlerin anlamında.


Müzik, açık bir mesajı iletmek için kullanılıyor.


Ardından We Shall Overcome (Kazanacağız) ile tanıştım.


Bu şarkı 1963 yılında ABD’deki siyahların ırk ayrımını protesto etmek için Washington’a yaptıkları uzun yürüyüş sırasında tanınmıştır. Bu yürüyüşe siyahların tanınmış insan hakları savunucusu Martin Luther King’in yanı sıra Joan Baez de katılır.


Sonraki yıllarda We Shall Overcome’ın aslında bir kilise şarkısı olduğunu öğrenecektim.


Aslında içeriğinden de anlaşılıyordu…


Let us die to make men free


The truht is marching God.


İnsanı özgürleştirmek için ölelim


Gerçek Tanrı’ya yürüyor.


Joan Baez’in sesini seven, kaçınılmaz olarak ABBA’yı da sever.


ABBA, Beatles ile birlikte en sevdiğim müzik grubudur.


Sonraki yıllarda Bob Dylan’ı keşfettim. 1960’lı yıllarda ABD’nin en tanınmış solistleri arasındaydı ve o da protesto müziği türünde söylüyordu.


Bob Dylan ve Joan Baez, 1968’in müzikçileri sayılırlar.


İkisinin birlikte söylediği Blowing in the wind (Rüzgarda giden) en sevdiğim şarkılardan bir tanesidir.


Joan Baez’i canlı olarak dinleme imkanım da oldu.


On yıl kadar önce Frankfurt’taki konserine gittim.


Tam sevdiğim tarz, 60’lı yılların tarzı…


Son derece sade giyinmiş, makyajı yok ya da fark edilmeyecek kadar az, müzik geri planda ve söz önde…


Bu sadeliğin içindeki müthiş kaliteyi ise hissetmemek mümkün değil…


1960’lı yıllarda insanlar çok sayıda ülkede müthiş bir savaş verdiler.


Başarı, amaç olarak alınana ulaşmak olarak tanımlanırsa eğer, büyük oranda başarısız oldular.


Hepimiz o başarısızlığın çoğu ferdi birbirini tanımayan ailesiyiz.


Yakın tarih, bundan daha kaliteli bir aileyi de maalesef bir daha göremedi.

Lili Marlen



Engin ERKİNER

Almanların büyük şarkısı ve her büyük şarkı gibi bunun da arkasında bir öykü yatar…


Bu şarkı sadece noelde değil, yaşı 80’in üzerinde insanların oturduğu, toplandığı hemen her yerde çalınır.


Şarkının geçtiği dönemde yaşamış olanlar artık hayatta değiller, ama kuşaktan kuşağa aktarılmış bir şarkıdır.


Avrupa’nın en büyük savaşı, sanıldığı gibi İkinci Dünya Savaşı değildir, birincisidir.


İkinci Dünya Savaşı’nda savaşın alanı daha geniş, ölü sayısı daha fazladır ama, varolan bir dünyanın yıkılması anlamında ikincisi, birincisinin boyutuna erişemez.


Birinci Dünya Savaşı başladığında, Avrupa yıllardan beri önemli bir savaş görmemişti. 20. yüzyılın “barış yüzyılı” olacağı sanılıyordu.


Birinci Dünya Savaşı, sanayiye dayanan savaş makinesiyle bu düşünceyi yıktı.


Tarihte eşi görülmemiş bir kırım yaşandı.


Çok sayıda insan moral olarak çöktü.


Bizdeki propaganda makinesi malum…


Çanakkale Savaşı’nı Birinci Dünya Savaşı’nın en fazla kayıp verilen savaşı olarak sunar.


Gerçekte ise, iki tarafın da en fazla kayıp verdiği savaş, Fransa ile Almanya arasında Verdün’de olmuştur.


İki tarafın toplam kaybı yaklaşık 700 bin kişidir.


Sonuçta ise iki ordu da olduğu yerde çakılıp kalmış, biraz ileri biraz geri derken bu kadar insan ölmüştür.


Remarque’nin “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” da anlattığı Verdün’dür.


Romanda genç bir askerin savaştan önce şekillenmiş dünyasının nasıl çöktüğü anlatılır.


Stefan Zweig’ın yapıtlarında da bir dünyanın, bir moralin çöküşünü görebilirsiniz.


Birinci savaş sırasında bir Alman askeri izinli olarak cephe gerisine gelir. Bir kadınla karşılaşır. Birbirlerini severler. Adam cepheye dönmeden gelecek için konuşurlar:


“Savaş bitince, eğer sağ kalırsam geleceğim. Akşam altıda beni şu sokak fenerinin altında bekle…”


Savaş biter. Sokak feneri yıkılmadan kalmıştır. Kadın altı ay boyunca her akşam bekler, ama adam gelmez.


Lili Marlen bu öyküyü anlatır.


Bu şarkı, İkinci Dünya Savaşı sırasında cephede bulunan askerlerin şarkısı olur.


İlginç olan, şarkının Alman askerlerine özgü olmamasıdır.


Almanya ile savaşan ülkelerin askerleri de kendileri için yayın yapan radyolardan özellikle bu şarkıyı isterler.


1940 yılında Kuzey Afrika’da İngiliz ordusu Alman ordusuna karşı savaşırken, İngiliz askerlerin ıslıkla bu şarkıyı çaldığını duyan generaller şoke olurlar.


Şarkı, kısa sürede savaşın asker şarkısı olur.


Amerikalı askerler de söyler, Almanlar da, ötekiler de…


Şarkı, Marlene Dietrich’in sesinden daha da tanınır.


Dietrich, Nazilerle işbirliği yapmayı reddetmiş ve ABD’ye iltica etmiştir.


Tanınmış bir film yıldızı olarak kendisine Propaganda Bakanı Göbbels tarafından sunulan büyük olanakları reddetmiştir.


Nazilerden öylesine nefret etmektedir ki, savaş bittikten sonra Almanya’ya ABD ordusunun teğmen üniformasıyla gelir.


Bu nedenle savaşa katılmış kuşak tarafından “hain” olarak görülür.


Durumu idare etmek yerine açık bir tutum alıyorsanız, bir taraf tarafından “hain” olarak görülmek kaçınılmazdır.


Dietrich’in sol ile ilgisi yoktur, ama Nazilere açık tavır almak için solcu olmak da gerekmemektedir…

BARIŞTAN GERİYE GİTMEK...



Engin Erkiner


Türkiye barıştan geriye gidiyor.


Nasıl olur? diye sorulabilir.


Resmi yanı bulunmasa bile fiili bir ateşkes var ve bir dönem daha sürecek gibi görünüyor.


Bu durumda barıştan geriye gidilmesinden nasıl söz edilebilir?


KCK davası tutuklularının durumundan, BDP üye ve kadrolarının sürekli gözaltına alınmasından, Kürtçeye yönelik çıkarılan bitmez tükenmez engellerden söz etmeyeceğim.


Bunlar barışı tehdit eden ve görünen olgulardır.


Bir de daha az görünen ya da dikkat edilmeyenler var.


Önceki bir yazıda ülkenin hızlı bir şekilde silahlandığından söz etmiştim. Burada söz konusu olan sadece daha modern silahların alınması değildir. Ülkede silah sanayisinin kurulması ve hafif silahlardan ağır silahların üretimine geçiştir.


Bunlardan bir tanesi geçenlerde basına tanıtıldı: tankların akarsuları kolaylıkla geçebilmesi için birbiri ardına eklenerek köprü olarak kullanılabilen taşıyıcılar...


Belirtildiğine göre, bunlar dünyadaki emsalleri arasında ön plana geçebilecek kaliteye sahiptir.


Bir ülkede sadece devletin değil özel sektörün de faaliyet gösterdiği silah sanayisi varsa, ek olarak o ülkede yıllardan beri düşük yoğunluklu bir savaş da sürüyor ise, bu sanayinin ürünlerinin ilk olarak nerede kullanılabileceklerini düşünmek için fazla akıllı olmak gerekmez.


Silah sanayisinin asıl müşterisi hükümetler ve ordulardır. Öncelikle onların ihtiyaçları dikkate alınarak üretim yapılır. Savaş sanayisi, diğer ülkelerde de görüldüğü gibi, artan oranda kendi lobisini kurar. Türkiye için bunun anlamı, savaş kışkırtıcılarının arasına silah üreticilerinin de ekleneceğidir.


Bir başka örnek gözden kaçmış olsa gerektir.


Polis, İstanbul’da gösteri yapan öğrencilere vahşice saldırdı. Gaz bombası yerine, ondan daha etkili olan tüpte sıkıştırılmış gaz kullandı.


Göstericileri dağıtmak amacıyla çok gaz kullanıldığı için yerli üretim yapılması gerektiği düşünüldü ve bu konuda Makine Kimya Endüstrisi (MKE) ile anlaşıldı.


MKE yıllardan beri silah ya da silah gibi kullanılan malzeme üreten bir kuruluştur.


Bundan sonra polisin ihtiyaçlarını da üretecektir.


Ek olarak, polisin ağır silahlar alabileceği de karara bağlandı.


İç pazarın ihtiyaçları silah sanayisi için önemlidir. Öncelikle bu pazardaki ihtiyaçlar giderilir ve yeni ihtiyaçlar yaratılır.


Polisin yerli malı kimyasal silahları ve ne olduklarını yakında daha iyi görebileceğimiz ağır silahları üniversite öğrencilerine ve sürekli gösteri yapan Kürt gençlerine karşı kullanacağı günler uzak olmasa gerektir.


Bir başka önemli gelişme, Ateşli Silahlar Yasası’nın değiştirilmesidir. Hazırlanan yeni yasaya göre silah taşımak eskisinden daha kolay olacak, ek olarak kişi iki silah da taşıyabilecektir.


Yasada şimdi değişiklik yapılmasının tek nedeni vardır: gelişen silah sanayisine daha geniş iç pazar olanakları sağlamak...


Yasadaki değişiklik aynen yürürlüğe girerse, tabanca üretiminde patlama yaşanacağı şimdiden söylenebilir.


Bunun ilk sonucu cinayet sayısındaki artış olacaktır.


Normal olarak insanların elindeki silah sayısıyla işlenen cinayetler arasında doğrudan bağlantı yoktur. İstatistiklere göre cinayetlerin yüzde 60’ı ateşli silahlarla işleniyor. Bundan daha önemli olan ise, bu cinayetlerin asıl işlendikleridir.


Cinayetlerde planlama ya da önceden düşünme oranı azdır. Cinayetler genellikle bir anlık öfke ya da “tahrik olma” sonucunda işlenmektedir.


Türkiye insanının öz denetimi azdır. Bu nedenle yapmak ve ardından da pişman olmak sık rastlanılan bir durumdur.


Bu özelliklere sahip bir ülkede, yasal olarak taşınabilen silahların artmasıyla, cinayetlerin sayısının çoğalması arasında doğrudan bağlantı olacaktır.


Konuya bir de iç çatışma potansiyeli yönünden bakılırsa, durumun vahameti iyice ortaya çıkar.


Ülkenin güney ve batı il ve kasabalarına göç etmiş ve büyük oranda kendi içine kapalı yaşamak zorunda bırakılmış Kürtler ve onlara karşı husumeti sürekli kışkırtan basın, hükümet politikaları ve bir takım gizli ve açık kuruluşlar...


Bir süreden beri savaşın dağlardan yerleşim birimlerine kaydığını görüyoruz. Değişen coğrafya ile birlikte savaşın silahları da değişiyor, ağır silahların yerini tabanca ve öteki hafif silahlar alıyor.


Ülkedeki gerginlik ortamını hafifletmek için önemli hiç bir adım atılmamış durumdadır. Başka bir deyişle geçici bir sakinlik, ne yana doğru bozulacağı belli olmayan kararsız bir denge ortamı vardır.


Bu koşullarda silahlanmayı kolaylaştırmak barışa herhalde hizmet etmeyecektir.