Engin Erkiner
Soru
garip görünebilir ve tersi bile iddia edilebilir: Türkler büyük oranda
milliyetçi bir halktır. Milliyetçilik yıllardan beri çok sayıda parti
tarafından sürekli kullanılır. Milliyetçilik yaşanılan ülkeyi sevmeyi de
içerdiğine göre, Türklerin yaşadıkları toprakları sevmedikleri nasıl
iddia edilebilir?
Yıllar
önce şimdi hangi sayısı olduğunu hatırlamadığım Birikim Dergisi’nde
Tanıl Bora’nın bu konuyla ilgili bir yazısını okumuştum. Türklerin
ülkelerini soyut olarak (harita, bayrak, marş) olarak sevdiklerini, ama
somut ülkelerini sevmediklerini savunuyordu.
Somut
ülkeden kasıt; yaşanılan topraklarda bulunan bitki örtüsü, hayvanlar,
akarsular, ülkeyi çevreleyen denizler –ve eklemek gerekir- insanlardır.
Doğa
tahribatının korkunç boyutta olduğu ve bundan da sadece kapitalizmin ve
devletin sorumlu olmadığı biliniyor. Harcanılan onca çabaya ve
dünyadaki değişik örneklerin de bilinmesine karşın, doğa bilinci oldukça
az gelişmiştir.
Sık sık ülkenin modernleşmesi ile doğa karşı karşıya getirilir.
Bunun son örneklerini nükleer santralda ve yapılması planlanan çok sayıda barajda gördük.
Başbakan
olsun değişik bakanlar olsun sürekli olara doğa tahribatıyla insanlara
iş bulunmasını, refah düzeyinin yükselmesini karşı karşıya getirirler.
Akkuyu’da nükleer santral yapılacak, ucuz elektrik elde edilecek…
Doğru
değil! Ama doğru bile olsa, Akkuyu için sıralanan çok sayıda sakınca
var. Buna karşı birkaç bin kişiye iş sahası açılacağı söyleniyor.
Binlerce dönüm orman golf sahası yapılması için kesiliyor.
İtiraz eden az sayıda kişiye karşı, “birkaç bin kişiye iş sahası açılacağı” söyleniyor.
Nükleer santrala da karşı çıkanlar var, ama sayıları az…
Çevre
konusundaki bu duyarsızlığı çöplerin neredeyse her tarafa yayılmış
olmasından, kirli sulara ve pis havaya kadar birçok alanda görmek
mümkündür.
Avrupa
ülkelerinde ise tersi bir durum görülür. Her yer ağaç, her yer yeşil,
akarsuların temizliği için özel bir çaba harcanıyor, keza havanın
temizliği için de…
İsviçre’de
kent içinden geçen akarsuların bile dibinin göründüğünü fark ettiğimde
çok şaşırmıştım. Kent içinde bile bu denli özen ve temizlik...
Almanya’da yaşayanlar bu ülkede sonbaharın ne kadar güzel olduğunu bilirler. Sararan ağaçlar her çeşit rengi taşırlar.
Aslında güzellik her yerde var, farklı olan bakımlı güzelliktir.
Türkler
ülkelerini soyut olarak severler; istiklal marşında heyecanlanırlar,
bayraklarını severler, ama somut ülkeyi sevmeye gelince, ona
aldırmazlar.
Gerçekte değişik Avrupa ülkeleri halklarındaki ülke sevgisi Türklerden daha fazladır.
Bu
kadar bakımlılık sadece belediyelerin becereceği iş değildir.
Ülkelerini seviyorlar ve ona bakıyorlar. Hatta denilebilir ki, soyut
ülkeyi daha az, somut ülkeyi daha çok seviyorlar.
Türkler (somut) ülkelerini neden sevmezler?
Bunun önde gelen nedeni, kendilerini bu topraklara yabancı hissetmelerinden olsa gerektir.
Türkiye
Cumhuriyeti kurulmadan kısa süre önce ve kurulduktan hemen sonra
Anadolu’da büyük ve zorunlu göç hareketleri oldu. Balkanlardan ve
Kafkasya’dan (genellikle Türk olarak adlandırılan ama Müslümanlık
ötesinde benzer yanları az olan) büyük bir kitle Anadolu’ya geldi.
Rumlar ve Ermeniler ise bu topraklardan sürüldüler.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yüzyıllardan beri Anadolu’da yaşayan
yerliler ile, Osmanlı İmparatorluğu’nun değişik bölgelerinde birkaç
yüzyıldan beri yaşayan ve bu bölgelerde bağımsız devletlerin kurulması
sonucu orasını terk ederek Anadolu’ya göç eden çok sayıda Müslüman
göçmen bulunur.
Cumhuriyet’in
kurulmasından kısa süre sonra uygulanmaya başlayan Türkleştirme
politikası herkesi hedef alır. Müslüman bir kimlik esas alınarak kurulan
ülke, Türk kimliği esas alınarak yeniden yapılandırılır.
Büyük baskılarla, direnişlerle ve büyük Kürt isyanlarıyla yürüyen bu süreç sonuna geldi.
Baskıyla, zorlamayla yürütülmeye çalışılan “tek tip” kardeşlik olmuyor.
Halklar
arasındaki ve halklarla devlet arasındaki ilişkinin yeniden
düzenlenmesinin gereğinin yanı sıra, insanlarla üzerinde yaşadıkları
toprak arasındaki ilişkinin de yeniden düzenlenmesi söz konusudur.
“Bu topraklarda sıkışıp kalmış olmak” duygusu sürdükçe, Türkler’de somut ülke sevgisi zor gelişecektir.
Ülkenin
coğrafi sınırlarıyla, bayrağıyla, marşıyla, Atatürk’ü ile değil; doğası
ve insanıyla sevilmesi, burada yaşayan insanların da köklü bir yeniden
yapılanmasını gerektirir.
Zor ve uzun bir süreç olacak…
İnsanların
üzerinde yaşadıkları topraklarla sorun yaşamaları, ekonomik durumun
görece iyi olduğu dönemlerde bile sürekli olarak buradan gitmek
istemeleri, başka ülkelerde yıllardan beri yaşamayı “başka bir Türkiye
kurmak” olarak algılamaları ancak o zaman sona erebilecek…
Yazıyı Kayseri’deki Cumhuriyet bayramı töreninde yaşanılan ve konumuzla ilgili bir komediyi aktararak bitirmek istiyorum:
Valilikte
verilen resepsiyonda büyük bir pasta vardır. Pasta ülke haritası
şeklinde yapılmış ve üzerine de kırmızı-beyaz jöle dökülmüştür. Pastanın
yenilebilmesi için küçük küçük kesilmesi yani bölünmesi gerekir. Ama
kimse “ülkeyi bölmek” istemediği için pasta da yenilemez.
Pastayı
bölmekle ülkeyi bölmek arasında kurulan bu garip ilişki, ülkeyi
üzerindeki doğa ve insan varlığıyla değil de, sadece soyut olarak,
harita olarak algılayabilmenin sonucudur.
Sonuçta pasta kokuyor ve çöpe atılıyor.
“Bölünmemiş olarak” tabii…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder